2000 yılında kendilerinden vize talebine karşı Alman Hükümeti'ni dava açan Mehmet Soysal, Cengiz, Salkım ve İbrahim Savatlı adlı üç tır şoförü, Vizesiz Avrupa'nın kapılarını aralamıştır.
Sorunun Ortaya Konuşu
Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET), Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması için Yunanistan’ın başvurusundan iki hafta sonra 31 Temmuz 1959’da başvurmuştur.
Kamuoyunda Ankara Antlaşması olarak da adlandırılan bu supranasyonal özellikli belge, taraflarca 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanmış ve ulusal parlamentolarda onaylandıktan sonra 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 1978 yılından sonra AET, Avrupa Topluluğu’na (AT) dönüşmüş ve 1 Kasım 1993 tarihinde de Maastricht Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden itibaren Avrupa Birliği (AB) genel şemsiyesi altında yer almıştır. Türkiye’nin toplulukla geçmişten günümüze devam eden bu ilişkileri bağlamında doğan hakları ve sorumlulukları vardır.
TÜRKİYE’NİN TAM ÜYELİK İKİNCİ BAŞVURUSU 7 YIL BEKLETİLDİ
Türkiye, AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlatılması için ikinci başvurusunu 1999 yılında (İlk başvuru 1987 yılındadır) yapmasına rağmen, 3 Ekim 2005 tarihine kadar bekletilmiştir. Bu tarihten sonra başlatılan üyelik müzakereleri inişli ve çıkışlı bir seyir izlemektedir. Türkiye’nin bu seyirde Birliğin organizasyon yapısına ve onun gereklerine uyma zorunluluğu bulunmakla birlikte, Avrupa Birliği’nin kurumları ve üye ülkelerinin bu süreçte Türkiye’yi herhangi bir üçüncü ülke olarak görmeleri ve A(E)T-Türkiye ilişkilerini göz ardı etmeye çalışmaları bu ilişkinin temel sorununu oluşturmaktadır.
Buna karşın Türkiye’yi Avrupa Birliği’yle olan ilişkilerinde üçüncü ülkelerden ayıran birçok temel farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar 12 Eylül 1963’te imzalanan ve Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması/Ankara Antlaşması ile bu antlaşmayı somutlaştıran ve 23 Kasım 1970’de imzalanan ve 1973’de yürürlüğe giren Katma Protokol’den (KP) kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle söz konusu farklılıklar ülkemizin A(E)T/AB’nin ön üyesi olmasından doğan tarihi haklarından oluşmaktadır.
ANTLAŞMALARDA, EŞİT KOŞULLAR…
Bunlara göre yukarıda sıralanan antlaşmalar: Eşit koşullarda bir işbirliğini ve ortaklığı, yani bir tür katılım ilişkisini öngörmektedir. Bu anlamda A(E)T/AB tarafından üyeliğe aday; fakat ekonomik ve siyasi nedenlerle henüz üyelik yeterliliğine sahip olmayan ülkemiz için üyelik öncesi bir ön aşama modeli oluşturmaktadır. Tam üyelik hedefine varıncaya kadar ülkemize, bu ulusüstü kuruluşla ortak bir amacı gerçekleştirmek için eşit haklar, ama eşit yükümlülükler temelinde olmayan, kurumsallaşmış bir devletlerarası bağlantı kurmaktadır.
Başlangıçtan itibaren akit tarafların Topluluk sistemine kısmi katılımını (kısmi alanların bütünleşmesi) öngörmektedir. Bu anlamda ülkemizin bu ilişkisi A(E)T/AB ile üyeliğin sınırlı bir biçimi olarak tanımlanabilir. Ulusüstülük/supranasyonallik boyutlarıyla bu ilişkiler kendine özgü bir hukuki ilişki olarak yorumlamakta ve ona ulusüstü olma karakteri atfetmektedir. Dolayısıyla Akit tarafların imzaladıkların temel antlaşmalar yanında bu antlaşmalara dayanılarak oluşturdukları Ortaklık Konseyi’nin Kararların‘da Avrupa Topluluğu/Birliği Hukuku’nun bir parçası olarak görülmektedir. Unutmamak gerekir ki, Ankara Antlaşması ve Katma Protokol AET’yi kuran Roma Antlaşması’na dayanmaktadır. Onun için bu hukuki normların yorumlanması sadece A(E)T/AB üye ülkelerinin en yüksen ve son mahkemesi olan Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) tarafından yapılanmaktadır. Ulusüstü antlaşma hükümlerinin ulusal yasalara göre önceliklilik hakları doğurması doğrudan etkili olması ve onlarla çatıştıklarında onları ikame etmesine rağmen, ulusal yasalarda bir değişiklik yapılmadan bile üye ülkelerde doğrudan geçerli olma özelliği bulunan Ortaklık Hukuku söz konusu olduğunda bunları kısmen ya da tamamen göz ardı ettikleri gözlemlenmektedir. Ayrıca ABAD üzerinde oluşturdukları güçlü baskıyla bu en yüksek mahkemeyi bile yanlış karar vermeye zorladıkları artık bilinmektedir. Ayrıca bu antlaşma metinlerinin, uygulanmasından ve denetlenmesinden Avrupa Birliği Komisyonu’nun; yorumlanmasında ve geçerlilik denetiminden de Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın (ABAD) sorumlu olduğu dikkate alınmak istenmemektedir.
Özetle;
ABAD’da Ocak 1987 - Şubat 2024 arasında Türk vatandaşları ve şirketlerinin taraf olduğu 58’den fazla farklı davanın her biri Topluluk/Birlik üye ülkelerinin yorumlarının temelden geçersizliğini gözler önüne sermektedir. Antlaşmaların sağladığı hakları destekleyen bu davaların bir kısmı da Hizmet Sunan İşverenlerin Vize almadan AB ülkelerine girmeleri konusuyla doğrudan ilgilidir. Bu arka plandan hareketle bu çalışmada Hizmet sunan işverenlerin haklarının temelini oluşturan hukuki metinlere ve bunları yorumlayan AB üye ülkelerinin en yüksek ve en son mahkemesi olan ABAD’ın kararlarına yer verilecektir. Gerek birincil hukukta ve gerekse ikincil hukukta yer alan konu ile ilgili maddeler aşağıdaki gibidir.
TAM ÜYELİĞE DÖNÜK ÖN ÜYELİK ANTLAŞMASI / ANKARA ANTLAŞMASI
Madde 13
Akit Taraflar, yerleşme serbestliği kısıtlamalarını aralarında kaldırmak için, Topluluğu Kuran
Antlaşmanın 52 ila 56. (dâhil) maddeleri ile 58. maddesinden esinlenmekte uyuşmuşlardır.
Madde 14
Akit Taraflar, hizmet edimi serbestliği kısıtlamalarını aralarında kaldırmak için, Topluluğu
Kuran Antlaşmanın 55, 56 ve 58 ila 65. (dâhil) maddelerinden esinlenmekte uyuşmuşlardır.
Katma Protokol
Katma Protokol’de yerleşme hakkı ve ulaştırma başlığı altında bu konu madde 41/1 de
incelenmiştir.
Madde 41
1. Akit Taraflar, aralarında, yerleşme hakkı ve hizmetlerin serbest edimine yeni kısıtlamalar
koymaktan sakınırlar.
1/80 Sayılı Ortaklık Konseyi Kararı
1/80 Sayılı Ortaklık Konseyi Kararı şu şekildedir:
Madde 13
Topluluğun üye ülkeleri ve Türkiye, kendi ülkelerinde yasal olarak ikamet eden ve istihdam
edilen işçiler ve bunların aile üyeleri için geçerli olan istihdam şartları konusunda yeni
kısıtlamalar uygulayamazlar.
Akif taraflar olarak A(E)T/AB üye ülkeleri ve Türkiye yukarıda sözü edilen antlaşma hükümlerini ve onları yorumlayan ABAD’ın Kararları’nı uygulamakla yükümlüdürler. Bunların uygulanması için üye ülke parlamentolarının ayrıca bir düzenleme yapmalarına gerek yoktur. Katma Protokol (KP) ve Ortaklık Konseyi Kararları’nın yukarıda belirtilen maddelerinin içerikleri yeteri kadar açık ve sarihtir. Onun için de hayata geçirilmelerinde bir başka uygulama kararına ihtiyaç yoktur. İş adamlarımız açısından KP’nin 41. maddesinde çok önemli bir hüküm bulunmaktadır: Standstill-Hükmü, yani mevcut durumun kötüleştirilemeyeceği. Nitekim ABAD verdiği Savaş, Abatay/Şahin, Tüm/Darı, Soysal/Savatlı ve nihayet Demirkan Kararları’nda bu maddelerin doğrudan uygulanabilirliğini teyit etmiş bulunmaktadır. Bununla beraber aşağıda bu alanda verilmiş olan dört önemli karar ve onları etkileri özetlenecektir:
ABDÜLNASIR SAVAŞ KARARI
ABAD’ın 11 Mayıs 2000 tarihli Savaş Kararı’nda yasal olarak turist vizesiyle İngiltere’ye gitmiş olan Abdülnasır Savaş ve Savaş Ailesi’nin hukuki durumu irdelenmektedir. Aile 1984 yılında bu ülkeye yasal olarak gitmiş olmasına rağmen orada izin almadan kalmış ve ilk etapta bir gömlek atölyesi, daha sonra da iki yiyecek-içecek büfesi açmıştır. İlk bakışta Savaş Ailesi’nin bu ülkedeki mevcut yasaları çiğnediği gibi bir sonuca varmak mümkündür. Buna karşın geçmişteki uygulamalara baktığımızda, 1973 yılında Türkiye’den Birleşik Krallığa turist olarak gitmek vizeye tabi değildi. İşverenlerin iş bağlantıları kurmaları ve karşılıklı pazarlık yapmaları için gerekli görülen seyahatler için de vize uygulanmamaktaydı. Ayrıca bu ülkeye turist olarak giden bir kişinin işyeri açması yasal olarak mümkündü. Ancak Savaş Ailesi bu
ülkeye 1984 yılında, yani İngiltere’ye seyahat etmenin ancak turist vizesiyle mümkün olduğu bir zamanda gitmiş ve yine işyeri açmak için bu arada değişen İngiliz ulusal yasalarına göre izin almaları gerekmişti. Savaş Ailesi bu ülkeye seyahat için vize almışlarsa da, pasaportlarına Londra’da “çalışamayacakları, yerleşemeyecekleri ve herhangi bir hizmet sunamayacaklarına dair” kısıtlamalar getirilmiştir. İngiltere ve bu arada diğer AB üyesi ülkeler tarafından, Katma Protokol’ün yürürlüğe girdiği 1973 tarihinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan işverenlerle serbest meslek sahibi kişilerin “Haklarına Kısıtlama Yasağı” getirmelerine, Almanca deyimiyle “Standstill-Hükmü”, temel ilkesine göre olanak yoktur. Ayrıca ATAD daha önce vermiş olduğu diğer kararları ile 1/80 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı’nın (OKK) 13. md. ve yine 2/76 tarihli OKK’nin 7. md. doğrudan doğruya uygulanabileceğini teyit etmektedir. Dolayısıyla bu tarihten, yani 01.12.1976 tarihinden sonra AB üye ülkelerinde çalışan ve bununla bağlantılı olarak yaşayan Türklere getirilen tüm kısıtlamaların “Haklara Kısıtlama Yasağı” nedeniyle uygulanması mümkün değildir. Bu noktada AB üye ülkelerinde yürütülen uygulamalara ve hizmet sunanların vize alma zorunluluğuna dönüp bakmak yerinde olacaktır.
SAVAŞ KARARI SONRASI ALMAN HÜKÜMETİ VE BAVYERA EYALETİ’NİN TEPKİSİ
Savaş Kararı sonrası Federal Alman ulusal mahkemeleri de ilk kez “yerleşme hakkı ve hizmetlerin serbest edinimine” dönük önemli ve yol gösterici kararlar almışlardır. Bu kararlar iki farklı kesim için önemli haklar gündeme getirmekteydi: Bu karara dayanarak Federal Alman ulusal mahkemeleri de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan işverenlerin ve serbest meslek sahiplerinin haklarının “1973 yılından başlayarak geriye doğru kötüleştirilemeyeceği” doğrultusundaki normunu teyit ediyorlardı. Hali hazırda bir A(E)T/AB üyesi ülkede “çalışmakta olan Türk işçilerinin 1976 tarihinden ve onların aile bireylerinin haklarının da 1980 tarihinden başlayarak geriye doğru kötüleştirilemeyeceği” teyit ediliyordu.
Bavyera Eyaleti İçişleri Bakanlığı, Avrupa Adalet Divanı’nın Savaş Kararı’na dayanarak, aşağıda sıralanan hukuki konularda Türklere dönük yeni haklara dikkat çekmekteydi: Savaş Kararı’na göre 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol’ün 41/1 maddesi doğrudan geçerlidir ve önkoşulsuz (unmittelbar anwendbar) uygulanmak zorundadır. Bu yolla da ulusal yasaların üstünde olup, onlarla çatıştığında onları ikame etmektedir. Bu durumda Almanya’ya veya diğer bir AB üye ülkesine hizmet sunmak için giden (Dienstleistungserbringer) Türklere 1 Ocak 1973 tarihli yasalar uygulanır. Bu arada, yasada pozitif bir değişiklik yapılmışsa onun dikkate alınması zorunluluğu vardır. Bunun anlamı Almanya’ya veya bir diğer AB üye ülkesine hizmet sunmak için giden (Dienstleistungserbringer) Türklerin Almanya’ya vizesiz seyahat hakkı vardır (visumfrei nach Deutschland einreisen) ve bu ülkede üç aya kadar kalma olanakları bulunmaktadır.
Federal Almanya İçişleri Bakanlığı ise 1972 tarihinde yayınlanan vize alma zorunluluğu olmayan ülkeler listesinde Türkiye’nin ismi geçmediğinden ötürü, bahsedilen bu sonuca varılamayacağı şeklindeki hukuki temeli olmayan iddiasını öne sürmektedir. Bu tutum karşısında, Avrupa Komisyonu’nun harekete geçerek “AT Hukuku’nu Denetleme Yetkisi’ni” kullanması gerekmekteydi. Bunun için Türk Hükümeti’nin ve/veya sivil toplum kuruluşlarının da Avrupa Komisyonu’na başvurmaları gerekliydi. Bu alanda AB’nin Ankara Temsilciliği yoluyla görüş istenebilirdi. Ancak maalesef bunların hiçbiri yapılmamıştır. Eğer bu adımlar atılsaydı, Schengen Vizesiyle seyahat edecek Türkler, bu vize başka bir üye ülke için verilmiş olsa bile bu vizeye dayanarak Almanya’ya gidebilecek ve toplam iki ayı aşmamak koşuluyla orada kalabileceklerdi. Bu yüzden suç işlemiş sayılmaları ve kendilerine para cezası kesilmesi mümkün olmayacaktı. Ayrıca, Almanya’da veya bir başka AB üye ülkesinde merkezi olan bir tır firmasında “sınır ötesi çalışan Türk tır-şoförleri” eskiden olduğu gibi tekrar “çalışma izninden muaf” (Arbeitserlaubnisfreie Beschäftigung) olarak çalışabilmeliydiler.
Haksız ve hukuku inkâr eden uygulamaya karşı Avrupa Toplulukları /Birliği Adalet Divanı’na günümüze kadar vatandaşlarımız tarafından birçok kez başvurulmuştur. Bu başvuruların çoğu sonuçlanmıştır. ABAD bu davalarda üye ülkelerdeki uygulamaların hukuki olmadığı doğrultusunda karar vermiştir. ABAD kararlarının bir sonucu olarak tekrar eski durum, yani 1 Ocak 1973 tarihinden önceki dönem, hukuki geçerlilik kazanmıştır.
EREN ABATAY/NADİ ŞAHİN KARARI
1995’de zamanın Almanya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Norbert Blüm, bu ülkede faaliyet gösteren nakliye firmalarından ikametleri Türkiye’de olan tır sürücülerinin işlerine son verilmesini istemiştir. Bu hukuk dışı isteğe karşı, Avrupa Hukuk Tarihi’nin en büyük mücadelelerinden biri başlatılmış ve 21 Ekim 2003’de, Lüksemburg saatiyle saat 9.30’da açıklanan kararla noktalanmıştır.
Mersinli tır şoförü ve Türk vatandaşı olan Eren Abatay’ın çalıştığı Mersin’den bir tır firması ile Federal Almanya’da firması bulunan başka bir tır firmasının sahibi olan Alman vatandaşı işveren Nadi Şahin’in Federal Alman Çalışma Dairesi’ne karşı açtıkları iki değişik davanın, ihracatının yüzde 90’ını karayoluyla ve tırlarla yapan Türkiye için önemi büyüktür. Bunun bir nedeni Eren/Abatay davasının Türkiye’de oturan biri tarafından açılmış olmasıdır. Böylece Türkiye’den dava açılamayacağı inancı yıkılmıştır. Davayı, işçi Abatay kazanarak işverenlerin de önünü açmıştır. Aslında her iki davacı da işyerlerini kurtarmak için ortak hareket etmişlerdir. Mahkeme bu iki davayı daha sonra birleştirmiştir. Dava, Alman Hükümeti’nin Alman işverenlerden (Şahin bunlardan biridir) Türk uyruklu işçilerinin işten çıkartılmalarını istemesi üzerine açılmıştır. İki değişik tır firmasından gelen davacılar, işçi Abatay ve İşveren Şahin, karşılıklı dayanışma içinde bürokrasiye karşı hukuki haklarını korumuşlardır. 7 yıl süren bu hukuk uğraşısı sonunda Almanya’da 70’den fazla dava sonuçlanmıştır. Bu davalar, dava açanların haklılığını ortaya çıkarmıştır. Eğer AB üye ülkeleri hukuka uygun davransalardı, “Birlik Yurttaşlığı” statümüz gerçekleşecek ve bu davalara da gerek kalmayacaktı. Ayrıca Birlik yurttaşları haklarının kullanılması durumunda hâlen yaşanılan ülkelerde yerel seçimlere, AB düzeyinde de Avrupa Parlamentosu Seçimleri’ne katılma imkânı doğabilecekti. Yine Birlik Yurttaşlığı çerçevesinde A(E)T/AB Hukuku’nun üç temel ilkesi de Avrupa Türkleri için geçerli olabilecekti.
Mevcut Hakkın Kötüleştirilemeyeceği Hükmünün Tüm ve Darı Kararı ışığında Analizi Hizmet sunan Türk işverenleri için vizesiz almadan gitme hakkı 1980’li yıllardan itibaren dile getirilmekle birlikte Avrupa Toplulukları Adalet Divanı’nın (ABAD) 11 Mayıs 2000 tarihli Abdülnasır Savaş Kararı’yla gündeme oturmuştur. Konu, Tüm ve Darı’nın Birleşik Krallık’a sığınmacı olarak girdikten sonra bu ülkenin göçmen otoritelerine iş kurmak üzere yaptıkları başvuruların ilgili mercilerce reddedilmesiyle yeniden alevlenmiştir. Dava açtıkları idari mahkeme, Tüm ve Darı’nın lehine karar vermişse de, Birleşik Krallık’ın İçişleri Bakanlığı’nın davayı temyize getirmesi üzerine konu Lordlar Kamarası’na taşınmıştır. İçişleri Bakanlığı yetkilileri, iki Türk vatandaşına işyeri açma izni vermeme kararını gerekçelendirirken, ülkede halen geçerli olan ulusal göçmenlik yasasını ve yönetmenliklerini kendilerine hukuki temel olarak almışlardır.
Buna karşın Lordlar Kamarası, A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Hukuku’ndan Tüm ve Darı lehine bir sonuç çıkartılabileceği görüşünden hareketle ABAD’dan bir öngörüş (preliminary) kararı almak üzere başvurmuştur. ABAD da bunun üzerine 20 Eylül 2007 tarihinde Veli Tüm ve Mehmet Darı’nın Büyük Britanya’ya karşı taraf oldukları C–16/05 karar dosyasında Türk yurttaşlarının yerleşme hakkına ilişkin olarak üye ülkeler açısından bağlayıcı ve geniş kapsamlı bir karar vermiştir. Bu ATAD Kararı aynı zamanda Topluluk Hukuku ve onun bir parçası olan A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Hukuku’nun bir sonucudur.
ABAD’ın getirdiği yorum, üye devletlerin yetkilileri ve mahkemeleri için bağlayıcıdır. Dava konuları ulusal mahkemelerden bir temel görüş bildirmesi için ABAD’a aktarıldığından, bu açıdan bakıldığında ulusal mahkemeler genel geçer (de facto) olarak Topluluk /Birlik Hukuku’nun Mahkemeleri konumuna gelmiş bulunmaktadırlar. Aynı zamanda, ABAD bu yöntemle en yüksek ve en son yargı mercii olarak tanınmakta ve bu bağlamda bu kurum A(E)T/AB Türkiye Hukuku’nun kapsamı ve içeriği bakımından denetleme ve yorumlamaya en son yetkili ve görevli tek otorite olarak kabul görmektedir. Bu yolla, A(E)T/AB Hukuku’nun tüm ülkelerde aynı anda uygulanması güvence altına alınmakta ve üye devletlerin mahkemelerinin bu sürece katılımları sağlanmaktadır. Zaten Topluluk/Birlik Hukuku’nun, üye devletlerde farklı farklı yorumlanmasına izin verilseydi, bu hukuk düzeni tüm ülkeler için homojenliğini /yeknesaklığını kaybederdi.
ABAD kuruluşundan itibaren uygulanan bu yolla, Topluluk/Birlik Hukuku’nun üstünlüğü sorusuna ilişkin duruşunu da sık sık yenileme fırsatı bulmaktadır. Unutmamak gerekir ki, ABAD’ın kararları ancak Topluluk /Birlik Hukuku’nun supranasyonal ayrıcalığa sahip olmasının ardından, önem kazanmıştır. Bu kavram, 1960’lı yılların başında ABAD tarafından 1963 tarihli Van Gend (C–26/62) Kararları’yla birlikte uygulamaya konulmuş ve daha sonra da geliştirilerek, günümüzde genel geçer bir anlam kazanmıştır.
Tüm ve Darı Davası’ndaki anlaşmazlık konusu, bu arka plandan hareketle çözüme
kavuşturulmuştur. Ayrıca Birleşik Krallık’da geçerli olan ulusal göçmenlik yasalarıyla 1 Ocak
1973’den önce geçerli yasalar aynı hükümleri içermemektedirler. Daha da önemlisi şimdiki
yasal durum, Türk vatandaşları için daha az haklar sunmaktadır ve Katma Protokol’ün
yürürlüğe girdiği zamana göre daha kısıtlayıcı hükümler içermektedir.
AET-Türkiye arasında 1963’de imzalanan Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması/Ankara
Antlaşması’nın 2. maddesinin 1. bendine göre, antlaşmanın amacı; diğerlerinin yanında,
yerleşme hakkına getirilen kısıtlamaların ileriye dönük bir şekilde kaldırılmasıdır (madde 13).
Bu maddeye göre akit taraflar, 1958’de AET’nin Kurucu Antlaşması’nın Topluluk
vatandaşlarına uygulanabilir yerleşme hakkına ilişkin koşullarını kendilerine rehber almayı
taahhüt etmektedirler.
Katma Protokol’ün 41. maddesine göre, akit taraflar, aralarında yerleşme özgürlüğüne yeni
sınırlandırmalar getirmekten sakınmalıdırlar. ABAD’ın kararının can alıcı noktası ise; yalnızca
Katma Protokol’deki “Geriye Doğru Kötüleştirme Yasağı” maddesinin üye bir ülkeyi, sadece
ulusal sınırları içinde yaşayan Türk vatandaşlarına daha ağır /külfetli yasaları şart koşmaktan
men etmekle kalmadığı, aynı zamanda sonradan yürürlüğe konan yasal kötüleştirmelerin
dışarıdan ülkeye giriş yapmak isteyen Türklere de uygulanamayacağına dair tespitidir.
“Standstill” hükmü, yani “geçmiş tarihte kazanılan bir hakkın o tarihten başlamak kaydıyla
geriye doğru kötüleştirilemeyeceği ilkesi” Topluluk içinde yeni bir entegrasyon düzeyi
sağlamak bağlamında sürekli başvurulan bir hükümdür. Van Gend Davası (1963) Avrupa
Toplulukları Kurucu Antlaşması’nın doğrudan uygulanabilirliğini ve Topluluk Hukuku’nun
ulusal hukuka üstünlüğünü uygulamaya dönük verilen ilk davadır.
“Bir hakkın geriye doğru kötüleştirilemeyeceğine dair verilen kararlar”, İngilizce deyimiyle
“Standstill Agreement” kendi başlarına bir hak yaratmazlar. Sadece “hakkın geriye doğru
kötüleştirilemeyeceği ilkesinin” başladığı andaki hukuki durumu dondurur. Ancak 1973 yılında
Türkiye ile Topluluk üye ülkeleri arasında, o tarihte yürürlükte bir Avrupa düzenlemesi
olmadığı için ulusal hükümlerin sürmesini beklemek yanlış olmasa gerekir. Bu durum hukuki
açıdan ilk bakışta tatmin edici olarak görünmediği gibi mevcut durum tutarsız/anlamsız olarak
nitelendirilebilir. Çünkü her üye ülkenin iç hukuku doğal olarak diğer üye ülkelerin iç
hukuklarından farklı olabilmektedir. Bu, Avrupa Hukuku’nun ulusal hukukların üstünde bir
hukuk olmasından ve her üye ülkenin iç hukukunu farklı şekillerde etkilemesinden
kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, Katma Protokol’ün yürürlüğe girdiği gündeki “mevcut
haklarda geriye doğru kötüleştirme yapılamayacağı ilkesi” üye devlette etkin olmaktadır.
Buna bağlı olarak da Tüm ve Darı Kararı’nın etkilerinin sadece Birleşik Krallık’da yerleşik
olanlarla sınırlı kalmayıp Türkiye’de yaşayan Türk yurttaşları için de geçerli olduğu sonucu
çıkmaktadır. Her ne kadar ABAD Kararı’nda konuya dönük doğrudan atıf olmasa da, bu görüş
yerleşme hakkının hukuki çağrışımıyla ilintilidir ve bunun üzerine inşa edilmiştir. Buna göre
bu hakkı kullanmak için, hakkın sahibinin yani, başka bir üye ülkede iş kurmak isteyen kişinin,
o üye ülkeye taşınarak yerleşmekte de özgür olması gerektiği belirtilmektedir.
Özetle kararın hukuki etkisi; Türk vatandaşlarının vize için başvurmak zorunda olmadan,
kendisine iş kurmak için herhangi bir AB üyesi ülkeye genel bir giriş hakkı değildir. Bu hak,
1973 yılında, kendilerine Birleşik Krallık’da iş kurmak isteyen Türklerin bu ülkeye girerken
vizeye ihtiyaç duymamaları için verilmiştir. Ancak ülkeye girdikten sonra en çok iki ay içinde
bir iş kurup ailelerinin geçimini sağlayacak mali kaynaklara sahip olduklarını gösterebilmeleri
gerekmektedir. 1973’de sahip olunan bu hakka göre; Türk vatandaşları şimdi serbestçe Birleşik
Krallığa girebilir ve kendilerine iş kurabilirler. Bu haklar 1 Ocak 1973 yılında A(E)T/AB üye
ülkeleri olan Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İrlanda, Büyük Britanya
ve Danimarka için geçerli olacaktır. Bu durum, diğer üye ülkelerde ise onların üye oldukları
tarihlere göre tamamen farklı olabilir. Onun için, her ülkenin A(E)T/AB’ye üye olduğu tarihin
yanı sıra, o zamanki ulusal göçmenlik yasalarında yer alan ilgili hükümlerin de dikkate alınması
gerekmektedir. Bu ciddi ve uzun soluklu bir çalışmayı gerektirmektedir.
MEHMET SOYSAL, CENGİZ SALKIM, İBRAHİM SAVATLİ DAVASI,
AVRUPA’DA HUKUKİ GÜVENGESİZLİĞE VE VİZEYE SON MU?
Avrupa Birliği ile ülkemiz arasındaki antlaşmalar gereği, AB nezdinde mevcut olan haklarımız, AB üye devletleri tarafından sürekli ihlal edildiği halde bunlara karşı gerek bilgi eksikliği, gerekse hukuki destek olmayışı sebebi ile ilgili hukuki platformlara neredeyse hiç taşınamamıştır. Bireysel çabalar ile AB üye ülkelerinde, yazarın öncülüğünde ve bilimsel desteğiyle, 5000’i aşan açılmış davalardan 2024 yılına kadar 58’i Avrupa Birliği’nin en son ve en yüksek yargı mercii olan Avrupa Toplulukları/Birliği Adalet Divanı’na (ATAD/ABAD, yansımıştır.
Lüksemburg merkezli ATAD/ABAT’ın en son ve en yüksek yargı mercii olarak baktığı bu davaların çoğunluğu davacılar tarafından kazanılmıştır.
Ancak bunların getirisi ve götürüsü şimdiye kadar ciddi bir şekilde Türk kamuoyunda
konuşulmamış ve bilim dünyamıza mal edilmemiştir. Sonuç olarak da, kamuoyu ile
paylaşılmamaktadır. Bu davalar ile ilgili nihai kararları, üye ülkelerin ulusal yasalarının
üzerinde ve onları bağlayıcıdır. Bu kararlar üye ülke mahkemelerini ve karar verme mercilerini
de bağlamaktadır. Bu nedenle ülkemize ve ülkemiz insanlarına dönük önemli haklar ortaya
çıkmıştır. Ancak bunlar genelde bilinmemektedir. Kazanılmış davaların çoğunda Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşları söz konusu olduğunda, muhatap devletler ATAD/ABAD’ın ilgili Davalara konu olmuş hakların en önemlileri, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının üye ülkelerde çalışma hakları, yerleşme serbestisi ve hizmet edinimi - hizmet alma ve sunma amaçlı tüm seyahatleri ile hiçbir ayrımcılığa muhatap olmadan, ilgili ülkelerde yerleşme, işyeri açma ve eşit muamele görme - eğitim, aile birleşmesi gibi hakları kapsar.
Soysal ve arkadaşları davasının karar aşamasında 44 yıllık ATAD/ABAD tarihinde ilk kez
gerçekleşen trajik bir durum ile, Avrupa Komisyonu daha önce lehte verdiği yazılı görüşünü, 2
Eylül 2008 tarihindeki duruşma sırasında sözlü olarak değiştirmiştir. Bu gelişmenin, AB
Komisyonu’nda konu ile ilgili muhtemel siyasal bir değişikliğin ve bir etki mekanizmasının
kuvvetli bir işareti olarak yorumlanmasında fayda vardır. Bu dava, başta vize kısıtı olmak üzere
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının seyahat ve yerleşme haklarının geri götürülmüş
kısımlarının tespiti ve ihlallerin kaldırılması ile ilgilidir ve hayati önemi vardır. Bu dava ile
ilgili, başta Almanya, Yunanistan vb. ülkeler olmak üzere üye devletler de, hukukun ötesine
geçen siyasi içerikli yazılı görüşlerini ATAD/ABAD’a resmen bildirmişlerdir.
ATAD/ ABAD, bugüne kadar olduğu gibi, adaletin tecellisi için saygınlığına gölge
düşürmemek adına hukukun gerektirdiği yönde hareket edebilirliği o zamanlar sorulmaya
başlanmıştı. Ancak Avrupa Komisyonu gibi, siyasi bir adım atması da o zamanlar ihtimal
dâhilindeydi. Bu gelişmelerin ışığı altında ATAD/ABAD’a, mevcut davanın Türkiye’den
bilimsel ve hukuki olarak izlendiğini ve üye devletlerin ATAD/ABAD kararlarını uygulamaları
gerektiğini ihsas eden hassas bir mesaj verilme ihtiyacı vardı. Bu çerçevede, ‘Avrupa Topluluğu
Adalet Divanı’nda vatandaşlarımız ile ilgili devam eden davaların ve geçmişte sonuçlanmış
davalar ile ilgili üye ülkelerin ATAD/ABAD kararlarına uyma mükellefiyetlerinin takibinde
olunduğunun’ işareti verilmesi kaçınılmazdı ve bu o zaman araştırma kurumumuz tarafından
çok etkili ve çiddi bir şekilde verildi.
Vizeyi kaldırma yolunda Avrupa Topluluğu Adalet Divanı’na yansıyan bu dördüncü karar, 19
Şubat 2009 tarihinde üye ülkelerin en yüksek ve en son mahkemesi olan Avrupa Toplulukları
Adalet Divanı (ATAD) tarafından açıklanmıştır.
DAVAYI AÇAN 3 TIR ŞOFÖRÜ
Davayı açanlar, Mehmet Soysal, Cengiz
Salkım ve İbrahim Savatlı adlı üç tır şoförüdür. Bu tır şoförleri, Türkiye’de yaşamakta, ancak
bir Alman firmasında ve Alman plakalı tırlarda çalışmaktadırlar. İşyerleri Türkiye ile Almanya
arasındadır. Alman hükümeti, davacıların 2000 yılına kadar vize uygulamadan çalışmalarına
müsaade etmişti. Ancak, Eylül 2001 ve Ocak 2002 tarihinde vize isteklerini geriye çevrilmişti.
Bunun üzerine 3 Türk şoförü ve yanında çalıştıkları Almanya merkezli ve Almanya ulusal
yasalarına göre Berlin İdare Mahkemesi’ne başvurdular. Başvurularında
da, kendilerine vize uygulanamayacağı tezini temel almışlardır.
Berlin İdare Mahkemesi, 3 Temmuz 2002 tarihli kararı ile bu davayı geri çevirmiştir. Davacılar,
buna karşın Berlin Eyalet Mahkemesi’ne giderek, orada davalarını devam ettirmişlerdir. Berlin
İdare Mahkemesi ise konunun, AB-Türkiye Ortaklık Hukuku’nun kapsamına girdiğinden
hareketle, kararı kendisinin veremeyeceği sonucuna varmıştır. Avrupa Hukuku kapsamına giren bu gibi davalarda, üye ülkelerin en yüksek mahkemesi olan ve merkezi Lüksemburg’da bulunan ATAD/ABAD karar vermektedir. Bunun için üye ülke mahkemesi, görüş almak için başvurmuştu. (Dava Detayı için bkz. Federal Almanya Cumhuriyeti’ne karşı Mehmet Soysal ve İbrahim Savatlı davası. Dosya No: C-228/06.)
Ulusal Mahkeme ABAD’a başvurarak, çeşitli sorular sormuştur. Bu soruların temeli, ‘üye ülkelerin davacılara çalışmalarını önlemek için vize koyma hakkı olup olmadığını’ anlamaya dönüktür. Vize konmadan önce de Alman makamlarının tır şoförlerinin kullandıkları pasaportların hukuki geçerlilikleri olup olmadıklarına bakma hakları vardı. Ancak konulan vize, pasaportun hukuki olup olmadığından daha ileri gitmekte ve bir işverenin iş verdiği kişiyi işe almaya önlemeye dönüktür. Bir başka deyimle, işverenin kimi işe alacağının yetkisi, bir idari kuruma, o da bu yetkiyi ilgili kişiye vize vermek ve vermemek arasında seçimle ilintilendirilmiştir. Bu şekliyle Alman kurumu, kime vize verip vermeyeceği, bir başka deyimle kimin işe girip giremiyeceği, hakkını elinde tutmaktadır. Kaldı ki; vize almak için dış temsilciliklere gitmenin, vize için ücret ödeme (daha önce böyle bir ödeme yoktu) gibi yeni engeller teşkil ettiği ortaya çıkmıştır. İşte, Berlin Eyalet Mahkemesi hizmet sunumu ve alımına dönük bu gibi kısıtlamaların 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol’ün 41. maddesinin 1. bendi ile bağdaşıp bağdaşmadığını sormaktaydı.
41. madde şunu söylemektedir:
‘Akit taraflar, aralarında yerleşme hakkı ve hizmetlerin serbest edinimini yeni
kısıtlamalar koymaktan sakınırlar.’
ATAD/ABAD, daha önce vermiş olduğu kararlarda, söz konusu bu maddenin doğrudan geçerli
olduğunu teyit etmişti. Bunun için, mahkemenin 11 Mayıs 2000 tarihli Abdülnasır Savaş
Kararı’na; 21 Ekim 2003 tarihli Abatay/Şahin Kararı’na ve nihayet 2007 tarihli Tüm/Darı
kararlarına bakmak yeterlidir. Ayrıca, Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkilerinin temelini oluşturan 1963 tarihli Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması’nın ve bunu somuta indirgeyen ve uygulanabilir bir şekilde düzenleyen 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol’un, Avrupa Hukuku’nun bir parçası olduğu, yine ATAD/ABAD tarafından daha önce bizim gibi tam üyeliğe dönük AET bir antlaşma yapmış olan Yunanistan’la ilgili verilmiş olan Haegeman kararıyla teyit edilmiştir. 14 Kasım 1989 tarihli, Yunanistan’ın Avrupa Komisyonu’na karşı, bu ülkeden izin almadan Türkiye’ye ekonomik yardım etmesine karşın Yunanistan, Avrupa Komisyonu’nu mahkemeye vermiş, yaptığı işin yanlış olduğunu ileri sürmüştür. Komisyon’da kendisini haklı göstermek için mahkemede, Türkiye ile yapılan antlaşmaların 1958 tarihli ve Topluluğu kuran Roma Antlaşması’nın bir parçası olduğunu ileri sürmüş ve Mahkeme, Komisyon’un bu tezini haklı bulmuştur. Ayni şekilde A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Konseyi Kararları’da Avrupa Hukuku’nun ikincil kaynakları olarak algılanmış ve o özelliği doğrultusunda yorumlanmıştır. Bu tarihten çok daha önceleri, yani 1974 yılında, Türkiye’nin A(E)T/AB ülkeleri ile yaptığı temel antlaşmaların Avrupa’nın birincil anlaşmalarına eş değer olduğu görüşü ATAD’ın Haegeman kararıyla, zaten genel geçer bir ilke olarak kabul edilmektedir. Ancak bu temel ilke Türk Hukuk dünyası tarafından o zamanlar ne anlama geldiği anlaşılamamış ve dolayısıyla haklarımız kendi hukukcularımız tarafından sürekli reddedilmiştir. Bu yanlışlığı düzeltmek için yirmi yıldan daha uzun bir süre beklemek gerekmiştir. Bu da Almanya kaynaklı ve 1990’lı çalışmalarımızla sağlanabilmiştir. Bu konuda Avrupalı Türklerin ve onların içinde özellikle „En Alttakilerin„ yani çaresizlerin verdikleri uğraşlarla mümkün olabilmiştir.
Yunanistan ve Türkiye’nin 1960’larda AET ile yaptıkları antlaşmaların felsefeleri temelde aynıdır ve İki Avrupa ülkesi olarak tam üyeliği hedeflemişlerdi. Yunanistan’ın (Atina) Ortaklık Antlaşması için (krş. http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:21978A0428%2801%29:EN:HTML , 14.12.2023. Haegeman kararının analizi için bkz.:
http://eurlex.europa.eu/smartapi/cgi/sga_doc.smartapi!celexplus!prod!CELEXnumdoc&lg=en&numdoc , 14.12.2023)
Bu karar bizim için çok önemli olmasına rağmen henüz Türk literatüründe derinlemesine incelenmemiştir. Bu anlamda ATAD/ABAD, 1990 yılında bir adım daha ileri giderek, sadece birincil hukukun değil, yani Ankara Antlaşması ve Katma Protokol’un değil, ayni zamanda bu birincil hukuka dayanarak A(E )T/AB-Türkiye Ortaklık Konseyi’nin almış olduğu kararların da aynı şekilde, ikincil hukuk olarak Avrupa hukukunda geçerli olduklarını ve aynı seviyede aynı muameleye tabi tutulacaklarını bir kez daha, ama bu kez çok daha açık ve net bir şekilde, belirtmiştir. 20 Eylül 1990 tarihli, tarihi Sevince Kararı ile Türkiye-AT ilişkilerinde açılan bu süreç (o tarihlerde bu süreç Türk hukuk dünyasınca tamamen göz ardı edilmişti) sonucu, başta Almanya’daki Türkler olmak üzere, Avusturya, Hollanda, Türkiye ve Birleşik Krallık’tan Şubat 2011 tarihine kadar ATAD’a sadece bir vatandaşlar hareketi sonucu 52 dava yansımış ve sonuçlandırılmıştır. Bunu dünya tarihinde göç alanında yaşanmış ilk büyük uluslararası sivil bir hareketin başarısı olarak algılamak ve onun sosyal tarihteki yerini iyi belirlemek gerekir.
Bu kararlarda temel ilke, Avrupa Hukuku’nun ulusal hukuktan üstün olduğu, ulusal hukukla
çatıştığında onu ikame ettiği ve Avrupa Hukuku’na ters düşecek bir uygulamanın ulus devletler
tarafından yapılamayacağı doğrultusundadır ve tüm kararlar da bu temel ilkeye dayanmaktadır.
Bu temel ilkelerden hareket eden ATAD/ABAD, vizeyi kaldırmaya dönük o zamana kadar ki
verdiği dört kararda aşağıdaki sonuçlara varmıştır:
ARA SONUÇ
1) Katma Protokol’ün 41. maddesinin 1. bendi, ulus devletlerin mahkemelerince ve idari
kurumlarınca doğrudan uygulanır. Söz konusu madde, açık ve sarihtir. Uygulaması için yeni kurallar gerekmez ve ileriye dönük yeni kısıtlayıcı işlemlerin uygulanmasına yasak getirir. Bu temel ilke ATAD tarafından 11 Mayıs 2000 tarihli Savaş, ve Abatay/Şahin Kararları’nda kenar numarası 46 ila 54 ile ve kenar numarası 58’de belirtilmiştir.
2) Hem Türkiye’deki işverenler, hem de üye ülkede çalışanlar hizmet edinimi ve sunumuna dönük haklarını kullanmak için Katma Protokol’ün 41. maddesini temel alırlar. Bu ilke, Abatay/Şahin Kararı’nın 105. kenar numarasında ifade edilmiştir.
3) Mevcut haklarda kötüleştirme yasağına dönük olarak ATAD, üye ülkelere Türkiye ve Türklere dönük olarak oturma ve hizmet alma alanlarında yeni zorluklar çıkarılmasını yasaklamıştır. Bu konu Abatay/Şahin Kararı’nın 72. kenar numarasında özellikle vurgulanmıştır.
4) ATAD’ın yine vurguladığı başka bir gerçek de, üye ülkelerin Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlarına karşı ileriye dönük yeni bir kısıtlama getiremeyeceği şeklindedir. Söz konusu ilke, Savaş Kararı’nda kenar numarası 69’da ve Abatay Kararı’nda kenar numarası 66’da görülmektedir. Bu yorumla, yukarıda belirtilen hizmet taşıyıcısı olan tır şoförleri için de geçerli olduğu, Abatay/Şahin Kararı’nın 67. kenar numarasında dile getirilmiştir.
5) Avrupa Topluluğu’nun 49. maddesi, bir başka üye ülkede yaşayan Birlik Yurttaşları’na karşı her türlü ayrımcılığı yasaklamaktadır. Bunun için sözü geçen mahkeme, 2 Şubat 2001 tarihinde Eanlier Kararı’nı 11 Haziran 2002 tarihinde Gräbner ve diğer kararlarını vermiş bulunmaktadır. Bu kararlara göre, bir kişinin hizmet sunumu için bir yerden bir yere gitmesinde, vize istemesinde bir sınırlamadır.
6) Vize koyma ve vize isteme, ister ulusal hukuka dayandırılsın, ister Avrupa Hukuku
çerçevesinde istensin, bunun hizmet sunumuna bir engel olduğu gerçeği değişmez. Üye ülkeler ve onların kurmuş oldukları Birlik, aldıkları kararlar ortak işlem gibi görülür. ATAD, bu konuyu da 16 Temmuz 1998 tarihli Kararı ile açıklığa kavuşturmuştur. Bu çerçeveden bakınca, mevcut haklarda kötüleştirme yasağı, çeşitli ülkelerde farklı uygulanacağı korkusunu dikkate almadan yürürlüğe girmek zorundadır.
7) Katma Protokol’ün 41. maddesi, mevcut haklarda geriye doğru kötüleştirme yasağını içerir. Dolayısıyla üye ülke de kendi başına oturma ve çalışma hakkını vermez. Bundan dolayı da, üye ülkelere illegal göçü meşrulaştırmaz. Bununla birlikte üye ülkeler, bu ülkelere yapılacak seyahatleri ve bu ülkede kalma haklarını, yeni kriterler getirerek 1973’te mevcut olan durumun gerisine geçemezler.
8) Bu temel ilkeden hareketle, Türkiye oturumu olan ancak Alman plakalı tırlarda çalışan Türk tır şoförlerine de 1 Ocak 1973’teki mevcut durumdan daha ağır şartlar konulamaz.
Sonuç olarak, hukukun üstünlüğü ilkesine genelde bugüne kadar vermiş olduğu kararlarla
uyan ATAD, 2009 yılında da siyasi müdahalelerle rağmen temel görüşünden sapmamış, 19
Şubat 2009 tarihinde verdiği kararda, Katma Protokol’ün 41. maddesinin hizmet sunumu ve
alımına getirilen kısıtlamaları yasakladığını ve Türkiye’den hizmet sunanların ve hizmet
alanların ve bu hizmeti taşıyan tır işçilerine konan yasaklar kaldırılmasının altını çizmiştir. Bu arka plandan devamla
9) Mevcut Hakkın Kötüleştirilemeyeceği Hükmünün Ödenen Harç ve Vize Paralarına Etkisi 17 Eylül 2009 tarihinde, Avrupa Topluluğu Adalet Divanı, verdiği T. Şahin kararıyla Haklarda Kötüleştirme Yasağı’nı tekrar yorumladı. Ayrıca, 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol’ün 41. maddesinin AB üye ülkelerini bağladığını bir kez daha, teyit etti.
10) Merkezi Lüksemburg’da bulunan ve üye ülkelerin en son ve en yüksek yargı organı olan ATAD, 19 Eylül 1980 tarihli 1/80 sayılı A(E)T -Türkiye Ortaklık Konseyi Kararı’nın 13. maddesinin geçerli olacağını ve buna dayanarak Türk Vatandaşları’nın dava açabileceklerini karar kıldı.
Kararın temeli yukarıda belirtilen hukuki metinlerde sözü edilen Mevcut Haklarda
Kötüleştirme Yasağı prensibine dayanmaktadır. Bu prensibe göre; sözü edilen hukuki metinler
yürürlüğe girdikleri tarihten sonra üye devletlerin hem Avrupa Birliği üye ülkelerinde hem de
Türkiye’de yaşayan Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları’na, hizmet alımı ve ediminde ayrıca göç
edilen ülkelerde oturma izni alma ve çalışma koşullarında ve de serbest dolaşım haklarında her
türlü kötüleştirmeyi yasaklamaktadır. Bunun tek istisnası, üye ülke vatandaşlarının hakları da
kötüleştirildiğinde, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları’nın hakları da kötüleştirilebilinecektir.
Bir başka deyişle, Birlik Yurttaşları ile Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları arasında eşit muamele eşit koşullarda öngörülmektedir. Bunun bir başka anlamı da Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları, Birlik Yutttaşları’na göre daha iyi muamele göremeyeceklerdir.
PROF. DR. HARUN GÜMRÜKÇÜ HAKKINDA:
Türkiye'nin Ankara Antlaşması'ndan kaynakalanan hakları ve özellikle vizesiz seyahatle ilgili açtığı, takip ettiği davalarla, önemli çalışmalara imza atmış bir isimdir.
Prof. Dr. Harun Gümrükçü, Antalya Üniversitesi, İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanı ve Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi; [email protected]