Bir önceki yazımda tanrı, evren, beyin, zihin, ruh gibi kavramlara değinmiş, insanın varlığına dair tanımlar getirmeye çalışmıştım. Kendimizi bilme konusunu irdelemiştim. Peki, kendimizi bilmek için ne yapacağız? Bu kadar çok bilgi akışına maruz kaldıktan ve kendimizi dışarıya parça parça bölüp dağıttıktan sonra -ki bu dışarıda aramaktır kendini- ruh ve zihin buhranı yaşamaya başlayabiliriz. Ruhsal uyanış çağındayız ama ruhlarımızı görmeye korkuyoruz. Uyku ve uyanıklık arasında ruhun bedeni izleme deneyimini ilk kez yaşamış olan biri korkar. Çünkü uzaktan bedenini izlediğini fark ettiğinde ruhuyla karşılaşır. Korkuyla birlikte hızla yeniden dirilmek üzere bedenine geri döner.
RUHLARIMIZI GÖRMEYE VE KENDİMİZ OLMAYA CESARETİMİZ YOK
Korku ve kaygı cesaretimizin önündeki setlerdir. Kaygı duyulduğunda, korkulara kulak verildiğinde, kendinden kaçınıldığında kalabalıklara sığınılır. Durgunluğun, sessizliğin ve dinginliğin ağırlığını taşımaktansa kolay olan tercih edilir, kendinden kaçar insan. Ruh duruluğu kolaylıkla elde edilebilecek bir durum değildir. Bazı kişiler; gerekli olanlar düşünülmüşse, elde edilmek istenen şey bir plan dâhilinde uygulanıyorsa, herkes aynı şeyi yapıyorsa ve aynı şeye inanıyorsa olanlar doğrudur, diye düşünebilir. Kurulu düzene uyup gerisini de boş vermektir bu. Düzene, olanlara ve diğerlerine rağmen hâlâ farklı düşünen birileri varsa… Onlar, sorgusuzca kabul etmeli mi bu olup biteni? Çünkü zıtların birbiri ile ilişkisi ve bitmek bilmez bazı işleri vardır. İyi-kötü, ölüm-hayat, aydınlık ve karanlık gibi işte.
Daha önce “Tüm bu olanların anlamı nedir?” sorusunu soran, cevaplara yaklaşmış veya belirli bir noktaya varamadan vazgeçmiş kişiler olmuştur elbet. Kendini ve etrafındakileri keşfetme arzusu; gidenler, kalanlar ve yeni gelenler döngüsüyle devam eder. Her benliğin kendine özgü gizli bir gücü vardır. Bu güç ruhtan (öz) yayılan, doğaüstü, ilahi bir armağan olan yaşam enerjisidir ve enerji hep vardır. Hakikati anlamak içinse zihin sadece bir aracıdır. Zihnin görevi; tesadüfleri, kaderi, olasılıkları ve olağanüstülükleri muhakeme edip, varoluşsal gerçeğini onaylayarak ruha seçenekler sunmaktır. Bu karışıklık içinde bir bilinmezi çözmek değildir niyet. Asıl mesele, bu muamma içinde varlığının amacını bulmaktır. Tam da burada ve bu curcuna içinde. Cesaret, cahilce meydan okumak değildir hayata, bilakis o cesareti edinene kadar kişinin kendine kattıklarıdır. Her parçayı anlamlandırarak yerli yerine yerleştirmektir. İnsan bilmedikleri karşısında korkar ve kaygılanır.
KENDİMİZLE YÜZLEŞMEKTEN NEDEN KORKARIZ?
Bilgelik, çelişkilerin verdiği sancının ilacı gibidir, yatıştırıcı özelliği vardır. Kendini anlama cesaretini gösterebilmek için önce korku ve kaygının ne olduğunu bilmek gerekir. Filozof Epikuros, “Ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum,” demiştir. Ölüm korkusu, ölümden önceki bir duygudur. Savaş dönemleri veya diğer bazı koşullarda kişiler genellikle esir kampına düşme korkusu yaşarlar, bu korku esir kamplarına düşmeden önce ortaya çıkar. Kişi kampın içindeyse artık böyle bir korkusu yoktur. Bir önceki korkunun yerini başka bir korku almıştır. Korku işini bitirip nöbeti sonraki korkuya devretmiştir. Asıl parmaklıklar korkunun kendisi olabilir mi? Duyguların ezici ağırlığından ve maskelerin ardına gizlediğimiz asıl kişiliğimizden zerre kadar gerçek bir haber alabilsek, doğumdan ölüme dair uzanan süreçte takılıp kaldığımız yerden bir kurtulabilsek, sonunda özgürlük gelip bizi bulacaktır.
Onaylanma ihtiyacının yarattığı etkiler yaşantımızda yeterince özgür olamamak hâliyle zuhur eder. Ama başka biri tarafından onaylanmak değildir bu. Her koşulda ve devamlı tekrarlamak şartıyla ilk önce özün kendini onaylaması gerekecektir. Öz benliğin, oluşacak her koşula karşı edindiği bilgiler eşliğinde akıl yoluyla mantıklı sonuçlara ulaşması gerekecektir. Gönül ise mantığın verdiği kararın doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu belirleyecek olandır.
Tüm kaygı ve korkulara rağmen özün kendini bilmesi, bildiği şeyi onaylaması ve mutluluğu elde etmesi çetrefilli bir meseledir. Özün korkmadan kendini onaylaması şakacı kadere bir göz kırpıştır. Tanrı’ya inanmak ile evrensel bir aklın varlığına inanmak arasında bir fark yoktur. Yunus Emre’nin de dediği gibi: “Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü.” Asıl önemli olan bilgiye dayanan inancın var olmasıdır. Bilgiyi inanç, inancı ise bilgi haline getirmek yine değişimin ve dönüşümün işidir. Sonucu ise ileriye doğru bir atılımdır. Çünkü inanç bir bütünün parçası olduğumuzu bize kavrattıkça içimizdekine inanmaya zorlar bizi. Akıl yoluyla ve ruhun gücüyle kendimizi ifade ettiğimiz evren, bize yansımamızı sunar, aynasından kendimizi görürüz. Bu yansımayı bir kişi, bir hayvan veya doğanın kendisinden alabiliriz. Ama o yansımanın ne demek istediğini sadece gönül gözü açık olanlar anlar. Anlam arayışının sonu sevgiye, sevgi arayışının sonu ise anlama çıkar.
Salt kendine duyulan bir sevgi, mutluluk adına tamamlayıcı bir etki yaratmayabilir. Sevgi alma-verme dengesi içerisinde içimizde çoğalmalı ve ilerlemelidir. Sevgiyi diğer bir varlığın vasıtasıyla hissetmek ise gerekliliktir. Hayat arkadaşımızla, yoldaşlarımızla, arkadaşlarımızla ve ailemizle özel bağlar kurduğumuzda sevgi bağı bize kendimizi iyi hissettirir. Çünkü karşılıklı ruhani sevgi iyiliği doğuracaktır. Olduğumuz gibi olarak kendi içimizde, bağlantılı olduğumuz her şey tarafından kabul gördüğümüzde var olduğumuz ortamda varlığımızı anlamlı hâle getirmiş oluruz.