Her karanlık gecenin bir şafak vaktine kavuştuğunu bilen vadinin insanları, yeniden ayağa kalkmış. Çünkü, karanlık her zaman aydınlığa yenik düşermiş,..

Engel bazen ölü sayılmaktır.

Öyle bir iftira atılmıştır ki, ölmüşsünüzdür. Varlığınızı kanıtlamak için çırpınırsınız ama bu yağlı çamur etrafa saçıldıkça yayılmıştır ve çevreniz kirlenmeye devam ediyordur. Bu çamur ve onun yarattığı bataklık bir engeldir.

Kokuşmuş, içi boşaltılmış, çürümüş bir düzen içinde barınamayabiliriz; bu nedenle ormanda kaybolmak gerekebilir.

Sistem içinde dönmekten başı dönenleri, zihinleri bulanıklaşanları orada bırakıp, onlara hiç dokunmadan, sisteme alternatif başka bir sistem yaratmak ve var olan sistemi geçersiz kılmak için ormanda bir süre gizlenmek gerekebilir. Düşüncelerimize ve düşlerimize henüz dokunamıyorlar. Ve neyin doğru olduğunu her defasında haykıran kalbimizin sesine de... “İstikbalde dahi, bizi hazinemizden mahrum etmek isteyecek, dâhilî ve haricî bedhahlar olacaktır,” (*) elbet.

Kendinize ve çevrenizdekilere yıllarca faydalı olmak için çalışmış ve belirli başarılar elde etmiş olabilirsiniz. Birden birileri gelip hile ile size ait olanları elinizden alır. Kendinizi aniden sessiz bir boşluğa düşmüş gibi hissedersiniz. Her şeyin anlamsızlaştığı bir zamanda bulursunuz varlığınızı. Tüm o yardım ettiğimiz insanlar sistemin bir kurbanı olmuş, körleşmiş gözleriyle ve korkularıyla artık bir çıkarları kalmadığı için yanınızdan uzaklaşır. Bu da bir engeldir.

Engeller sadece fiziksel değildir. Toplumun ördüğü duvarlar, insanların önyargıları, haksızlıklar, iftiralar... İnsanı içine hapseden bu engeller yaşama sevincimizi elimizden alır. Ancak bu ruh hâli bile uzun süremez. Duyguların değişkenliğinden kurtulmak mümkün değildir çünkü.

Birkaç sıkı dostun varlığı, umut ışığı gibidir. Gün geçtikçe kabullenir, çözüm yolu arar, olayın etkilerini anlamaya başlarız. Eğer kendimizle ilgili bir inanca veya bir sonuca varabilmişsek engeli bir fırsat olarak görebiliriz. O bizi daha güçlendirir, daha dirençli oluruz.

Her engel, insanı bir seçeneğe sürükler adeta. Bir engel midir yoksa değişimin habercisi olan bir atılım fırsatı mı?

Seçtiğimiz bir yol var ve biz bu yolda ilerlerken çaba gösteriyor, insanlarla ilişkiler kuruyor ve bazen birlikte, bazen de tek başımıza adımlar atıyoruz. Belki de gecemizi gündüzümüze katıp, uykusuz kalarak, omuzlarımız ağrıyana kadar, bedenimiz bitkin düşene kadar belirlediğimiz hedefe doğru ilerliyoruz. Ancak hiç beklenmedik bir anda yolun tam üzerinde aşamayacağımız bir engel çıkıyor karşımıza. Adeta habis bir canavar gibi dikiliyor önümüze.

ORMAN

İşte tam da bu noktada, hayat bize bir seçim sunar ve bu seçim bir imkân yaratır. Amaca ilerlediğimiz bu yolda, “Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile kuşatılmış,” (*) olabiliriz. Ve düşüncelerimizi ifade edeceğimiz alanlar zapt edilebilir, güvenliğimiz ve haklarımızı savunacak “ordular dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş,” (*) olabilir.

“Bütün bu şerâitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabiliriz.” (*)

Açgözlülük, nefret, kibir gibi kötü duygularını tatmin etmeye çalışan, bir türlü de doymak bilmeyen o açgözlü, habis canavarlarla karşılaşabiliriz. Düşündürücü bir engel.

Engelin karşısında kalıp hâlimize üzülebiliriz ya da kafamızı yan tarafa çevirip başka bir yol olduğunu görebiliriz. Belki de gitmek isteyeceğimiz bir yol değildir bu çünkü önü pek aydınlık görünmüyordur. Bu patikayı andıran yol ormana çıkar; belirsizliklerle doludur, kaygı vericidir. Ancak orası, başka bir yanımızı keşfedeceğimiz, dönüşüm geçireceğimiz bir yerdir. Olanları kabul etmek için zamanımızın olacağı bir yer. Hayatta kalıp varlığımızı sürdürebilmemiz için yeni şeyler öğrenmeye açık olmamız gereken bir yer. Farkında olmadan girdiğimiz kalıplardan çıkıp değişmeye zorlanacağımız bir yer.

Tam bu noktada, burası bir kuyunun dibi gibi görünebilir, karanlık ve çıkışı olmayan bir nokta gibi hissedebiliriz. Ancak o çukurun dibinde ayağımızın değdiği o yer, sadece bir sıçrama tahtasıdır. Sırf zekâmızı ve yeteneklerimizi zorlamamız gerektiğini hatırlatacak bir dönüm noktasıdır.

Patikadan ormana doğru ilerleriz ya başka şansımız olmadığı için ya da kendimize acımaktan vazgeçtiğimiz için... Sebepler sadece olaya iten itici güçlerdir. Orayı deneyimlememiz için konulmuş zorlu bir engeldir belki de. “İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifemiz,” (*) doğrunun yanında olabilmektir. Sırf çıkar sağlamak amacıyla yolundan sapmamaktır. Yaşamın sürekliliği içerisinde hafıza devamlı geçmişe dönüşler yapabilir ve gelecek her zaman vaatlerle doludur.

HABİS CANAVAR

İnsanlar ve canavarlar arasında yüzyıllar boyu süren savaşlardan sonra bütün canavarlar yok edilmiş. Uçsuz bucaksız diyarların birinde yemyeşil bir vadinin içinde bir ülke kurulmuş. Bu ülkede, her türlü nimetle dolu bereketli topraklar, şırıl şırıl akan ırmaklar, cıvıl cıvıl kuş sesleriyle dolu ormanlar varmış. Orada yaşayanlar, yüzyıllardır barış ve huzur içinde yaşamış, birbirlerine güvenmiş ve değer vermişler. Doktorlar hastaları iyileştirmiş, öğretmenler çocukları eğitmiş, sanatçılar insanların ruhlarını beslemiş, mühendisler sağlam evler yapmış, çiftçiler en doğal yiyeceklerle tüm halkın karınlarını doyurmuş. Etraftan gelen tehditlere gülüp geçmişler.

Bütün canavarlar yok edilmiş olduğu sanılsa da hayatta kalmayı başaran canavarlardan biri bu mutlu ülkenin vadisinin derinliklerinde karanlık bir mağarada yaşarmış. Bu canavar, ailesi tarafından zorbalığa uğramış, insanlar tarafından yaralanmış, acınası bir hâldeymiş.

Bir gün Umut Avcısı, bu canavarın varlığını ve nerede yaşadığını öğrenmiş. Uzun siyah pelerinli, siyah şapkalı, saçı ve sakalı birbirine karışmış bu adam, tüm dünyaya tek başına hükmetmek isteyen biriymiş. Canavarı, insanlara hükmetmesi için göndermeyi düşünmüş ve mağaraya gitmiş. Umut Avcısı, canavara güç ve istediği tüm imkânları halktan alabileceğini, ancak bir şartı olduğunu belirtmiş: Canavardan kendi emirlerine itaat etmesini istemiş. Canavar bu anlaşmayı kabul etmiş. Umut Avcısı, ona güç veren sihirli besinler vererek canavarı güçlendirmiş.

Canavar, güçlendikçe halkı istila etmeye karar vermiş. Umut Avcısı, halkın içinden ihanet edebilecek kişileri seçmiş ve canavarın hizmetine vermiş. Planlarını uygulamaya koyarak o yemyeşil ülkeye umutsuzluk ve kaos getirmeye başlamış. Halk, daha önce hiç karşılaşmadıkları bir tehditle yüzleşmek zorunda kalmış. Barış dolu hayatları, ihanet ve korkunun gölgesinde bırakılmış.

Canavar, büyük bir kalede yaşamaya başlamış. Ona hizmet eden kişiler, yaptıkları kötülükler neticesinde yavaş yavaş canavara benzemeye başlamışlar. Umut Avcısı, verimli topraklarda yaşayan halktan o kadar nefret ediyormuş ki onları birbirine düşürmek ve sonlarını kendi elleriyle hazırlatmak istemiş. Çünkü tarih boyunca canavarlar, savaşları güçle kazanmak istemiş ama en sonunda birlik olan insanlar savaşı hep kazanmış. Bu sefer, savaşı kazanabilmek için birlik duygusunu içeriden bozması gerektiğini anlamış Umut Avcısı. Halkı birbirine düşürmek için yola çıkmış. Vadi halkı, birer birer değerlerini kaybetmiş. Hastalanınca şifa bulamamışlar, çocukları cahil kalmış, ruhları sanatla beslenememiş, evleri yıkılmış, iftiralara boğulmuşlar, zihinleri kirlenmiş, aç kalmışlar. Umut Avcısı halkın içinde onlara düşman olacak küçük canavarlar yaratmaya devam etmiş. Bu canavarlar, ülkenin dört bir yanına yayılmış ve komşuları birbirine düşman etmiş. İnsanları görünüşlerine göre ayrıştırmış, aralarındaki isyancıları hain ilan etmiş. Halkı bir araya toplamaya çalışan insanları zindanlara atmışlar.  Faydalı olan diğer insanları farklı yöntemlerle cezalandırmışlar. Mesela halkı uyarmaya çalışan aydınları öldürmüyorlarmış, çünkü halk onları kahraman ilan edip anılarında saklıyormuş. Çünkü yiğit ölürmüş şanı kalırmış. Canavar, onları susturmak için başka yollar buluyormuş.

Zamanla ülke, eski güzelliğini kaybetmiş. Topraklar kurumuş, ırmaklar kirlenmiş, ormanlar çöle dönmüş. İnsanlar, sefalet içinde yaşamaya başlamışlar. Habis Canavar ise kalesinde keyif sürüyormuş. Gözü öyle kararmış ki karşısına çıkan herkesi yutmaya, her şeyi yok etmeye hazırmış. Habis Canavar’ın hışmından kimse kurtulamamış. Kim iyilik yapıyorsa, kim doğruyu söylüyorsa, kim güzel bir şey yaratıyorsa hepsine farklı cezalar uyguluyormuş.

Vadinin insanları korku içinde yaşıyorlarmış. Hastalanınca şifa bulamıyorlar, çocukları cahil kalıyor, tarlaları kuruyor, yalan yanlış haberlerle düşünceleri kirleniyor ve bir zamanlar yardımlaştıkları komşularına düşman kesiliyorlarmış. Ama Habis Canavar olanlara aldırış etmiyormuş. O, etrafını dikenli tellerle çevirmiş kalesinde, gücünün doruklarındaymış.

Zamanla, Habis Canavar korku salarak halk tarafından itibarlı hâle gelmiş. Halkın içindeki umut ışığını hep sönük tutmuş, böylece Umut Avcısı’nın planları başarıya ulaşmış. Karanlık kalbiyle kötülük doğuran Habis Canavar ve onun Umut Avcısı dostu, halkı daha fazla bölüp parçalarken, sönük olan umut ışıkları yavaş yavaş tükenmiş.

Bir gün, hiç beklenmedik bir olay olmuş. İnsanlar olanlara isyan etmeye karar vermiş. Ve canavarlar ile insanlar arasında yeniden savaş başlamış. Umut Avcısı yine durumdan memnunmuş, olaylar tam da yine istediği gibi ilerliyormuş. Şimdi kontrolden çıkan, Umut Avcısı’na itaat etmeyi reddeden Habis Canavar’dan kurtulma vaktiymiş. Habis Canavar’ın besleyip büyüttüğü, kendi gibi açgözlü ve acımasız canavarları, ona ihanet etmeleri için ikna etmiş. Umut Avcısı onlara da Habis Canavar’ı ikna etmek için kullandığı teklifi yapmış. Güç ve zenginlik vadetmiş. Kaostan beslenen bu canavarlar, Habis Canavar’ın korunaklı kalesini işgal etmişler. Habis Canavar’ı tahtından indirmişler ve o çok güvendiği kalesinden onu yalnızlığa sürüklemişler.

Habis Canavar, o gün anlamış ki, güç her şey değilmiş. Güven, dostluk, iyilik, adalet... Bunlar olmadan, en büyük kale bile bir hiçmiş. Ama artık çok geçmiş, yapacak bir şey kalmamış.

Bir zamanlar, güzel ülkelerinden sürgüne gönderilmiş aydınlar yanıp yıkılmış, çöle dönmüş memleketlerine bakarak ve derin bir hüzünle iç geçirerek, “Ah, bir yaz günü... Güneşin aydınlattığı, ama çok sıcak olmayan ılık bir meltemin saçlarımızı hafifçe okşadığı bir günde... Kendine güvenli, özgür insanların yaşadığı ülkemizde, yaşamın verdiği gururla dolu neşeli bakışlarla birbirimize bakabilirdik. Memleketimizin bereketli toprağından elde edilmiş doğal mahsullerle süslenmiş o özenli sofralarda, sağlıklı yiyeceklerin tadını çıkarırken çocuklarımız, huzurla yanı başımızda oynardı. Güvendiğimiz dostlarımızla birlikte her konuyu özgürce konuşarak sıcak sohbetler eder, mutluluğun ve huzurun tadını çıkarırdık,” demişler.

Her karanlık gecenin bir şafak vaktine kavuştuğunu bilen vadinin insanları, yeniden ayağa kalkmış, yeniden evler inşa etmişler ve asla umutlarını kaybetmemişler. Günler geçtikçe, birlik ve güvenin, iyi niyetin ve adaletin gücü yeniden doğmuş. Kötülüğün hüküm sürdüğü dönemin hatırası, sadece bir ibret hikâyesi olarak kalmış. “Karanlık her zaman aydınlığa yenik düşermiş,” işte bu bilgelik vadinin yeni nesillerine her zaman aktarılmış. Bir süre sonra, vadi yavaş yavaş eski hâline dönmeye başlamış. Umut Avcısı başka avlar bulmak için ülkeyi tek etmiş. İnsanlar, Umut Avcısı ve Habis Canavar’ın yarattığı karanlık ve kötülüğe rağmen, yeniden mutlu olmayı başarmışlar. Ve o gün bugündür, Habis Canavar’ın adını bile anmamışlar. Çünkü iyiliğin kazanacağını, kötülüğün ise kendi kendini tüketerek kaçınılmaz yok oluşa sürükleneceğini artık biliyorlarmış.

(*) Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi