Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesini hep birlikte izledik.
Sessizce diyemiyeceğim, epey bir ses hem Meclis’te, hem de konunun vehametini idrak eden çevrelerde çıktı.
Peki bu Meclis kararının halkın daha da fakirleşmesi anlamına geldiği geniş halk kesimleri tarafından idrak edildi mi?
Korkarım hayır.
İdrak edilseydi eğer, aynı günlerde ekonomileri bozulmaya başlayan AB çiftçilerinin özellikle Brüksel’de yaptığı protesto gösterilerinin benzerini ülkemizde de yaşamaz mıydık?
Daha önceki yazılarımda Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in çabalarının yapısal reformlar yapılmadıkça beyhude olduğunu, bunun için bazı hassas konularda Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ikna etmesinin önemine vurgu yapmıştım.
Peki Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi sizce Sayın Erdoğan’ın ikna edildiğine yönelik bir mesaj içeriyor mu?
Bana göre kesinlikle hayır.
Bir adım daha öteye gidelim. Anayasa Mahkemesi Yargıtay kavgası haline dönüşen ve sonuçta hakem kararı ile Yargıtay’ın kazandığı bu görüntüden, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası fiilen yürürlükten kalkmıştır diyen siyasetçilerimiz ve hukuk insanları haksız mı?
Sınırlı hukuk bilgime rağmen haklı oldukları düşüncesindeyim. Peki meşruiyetini mevcut Anayasa’dan alan bütün seçilmişler, Anayasa ortadan kalktıysa kendi varlık gerekçelerini nereye dayandıracaklar?
Hatta bir adım daha ileriye giderek eğer bugün yürürlükte olan yasaların kaynağı mevcut Anayasa’ysa, söz konusu yasaların meşruiyeti de geriye dönük olarak sorgulanır hale gelmez mi?
Kendi adıma beni en çok üzen konuya da açıklık getireyim. Gençlik yıllarımda 12 Eylül 1980 darbesinin eseri olarak hazırlanan ve 1982 yılında referandumla kabul edilen mevcut Anayasaya “demokratik olmadığı gerekçesi ile” hayır oyu veren yüzde 7’nin içinde yer almıştım. Hatta rahmetli anneannemi de hayır oyu vermeye ikna etmiştim. Ardından Anayasa’da yapılan sözüm ona iyileştirmelerin hepsinde de oyum “hayır” oldu. Gerekçem çok basitti. Sistemin özüne dokunulmaksızın yapılan bütün iyileştirmeler, esas itibarı ile 1982 Anayasası’nın tekrar tekrar kabul ettirilmesinden başka bir şey değildi. Üzüldüğüm noktaya gelince, geldiğimiz aşamada mevcut Anayasayı savunmak zorunda bırakılmak.
Bütün olan bitenin ekonomi üstündeki olası etkilerini düşünürken, Hafize Gaye Erkan’ın babasının çiftliği haline getirdiği iddia edilen Merkez Bankası Başkanlığı’ndan affedildiğini öğrendik. Çok değil bir kaç gün öncesinde İran Cumhurbaşkanını karşılama protokolünde yer alan Erkan’ın affedilmesi siyasi iradenin garip bir tecellisi olarak anılarımdaki yerini aldı almasına da, Merkez Bankası’nın sözüm ona özerkliği konusundaki tereddütlerimi de artırdı.
Sizce hukukun üstünlüğünü bir yana bırakın, ekonominin özerk kurumlarının üstüne bunca şüpheler düştüğü ülkemize yabancı sermayeyi çekme olasılığı var mı?
E geldi ya diyebilirsiniz. Gri listeden kara listeye düşmemek için operasyon üstüne operasyon yapan İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın çabaları da bu görünümde beyhude değil mi?
Olan biten herşey Türk halkının giderek fakirleşmesi anlamına geldiği oranda, eğer demokrasiye olan inancımızı hala sürdürebiliyorsak, “sandıkta cezalarını bulurlar” diyebiliyor muyuz?
Yerel seçimlerin arifesinde sayıları 16 milyon olarak ifade edilen emeklilere ciddi bir seçim rüşveti bekleyenlerden misiniz?
Kuzeyimizdeki savaş 24 Şubat’a geldiğimizde ikinci yılını dolduracak ve AB liderleri Macaristan Başbakanı Orban’ı da ikna ederek! Ukrayna’ya 50 milyar Euro daha yardım vermeyi taahhüt ettikleri oranda, savaşın ne zaman biteceğine yönelik bir öngörüde bulunma imkanı yok.
Güney’deki savaşın bir bölgesel savaşa dönüşme riski her geçen gün artarak devam ediyor.
Bu kaotik ortamda esas düşünmemiz gereken konular yerine ne yazık ki kendi iç düzensizliğimizle hesaplaşmak durumunda kalıyoruz.
Enseyi karartmayalım diyeceğim ama…