Malların serbest değiş tokuşu ve insanların serbest dolaşımı sanayi devrimine geçişle ve kapitalist ekonominin ortaya çıkışıyla görülen olayların en önemlisidir. Mal ve insanın serbest dolaşımı 1870’ten 1913’e, yani Birinci Dünya Savaşı’nın başına kadar olan refah döneminde, en üst seviyeye ulaşmıştı. Daha sonra malların serbest dolaşımı, ulusal devletlerin korumacı önlemleriyle sınırlandı ve eski durumuna tekrar ancak 1970’lerde ulaşabildi.

SERBEST DOLAŞIM 1. DÜNYA SAVAŞINDA SON BULDU

Buna karşın insanların serbest dolaşımı Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birdenbire son buldu ve bu liberalleşme aşamasına bir daha ulaşamadı. O zamandan beri de genelde ulus devletler tarafından yayınlanan hukuki metinlerle düzenlenmektedir. Bu düzenleme rejimi globalleşme süreçlerine ilişkin diskurda da ne dikkate alınmaktadır ne de sorgulanmaktadır. Bu gerçeği örtmek için sürekli klasik liberal prensipler eksik olarak aktarılmakta olup işgücüne dönük kısıtlamaları öngörmeyen temel ilkesi de susularak geçiştirilmektedir. Buna göre tüm ülkelerin ulusal ekonomilerinin gelişmesinin pazara giriş engellerinin yıkılmasıyla artacağı ve böylelikle yeni iş alanları yaratılacağı ileri sürülerek insanların sermayeye değil, sermayenin insanların ayağına gitmiş olacağı savunulmaktadır. Ne var ki, bu bağlamda öne çıkarılan yüksek kalkınma ve dış ülkeye yapılan geniş yatırım/sermaye yoğundur ve kalifiye personelin istihdamını gerektirmektedir. Bu nedenle teknolojiye dayalı işsizliğe neden olmakta ve bu durumda tartışmalarda dikkate alınmamaktadır. Aynı şekilde çok az ele alınan diğer bir sorun da dünya üzerinde aynı sosyal standardın ve çalışma kıstaslarının sağlanmasının, vasıfsız insanlar arasında işsizliği hızla artırdığıdır.

OECD ülkelerinde son yarım yüzyılda sosyal yapı temelden değişmiştir. Bu ülkelerde globalleşmeye bağlı olarak sanayi işletmelerinde personel sayısı azalmaktadır. Hizmet sektöründe ve serbest meslek sahibi olarak çalışanların sayısı buna karşın artmaktadır. Sanayi sektöründe ücretli emeğin önemi azalmakta, yapısal işsizlik ve yeni iş düzenine uyum sağlayamayan çalışanlar arasında göreceli yoksulluk artmaktadır. Sonuç olarak zengin ile fakir arasındaki çelişki büyümekte, toplum parçalara bölünmektedir. Göçmenler, iş güvencelerinin her zaman olmayışı, dilsel ve teknolojik becerilerinin düşük olması ve parçalanmış işgücü piyasasının alt personeli içindeki göstermelik pozisyonları nedeniyle bu gelişmeden çok etkilenmektedir. Bu olaylar sosyal katmanlar içinde yer tutmakta, sosyal ilişkilerdeki çelişkilere de yansımakta ve Birinci Dünya Savaşı öncesi yaşanan işgücü göçünün dünya çapında liberalleşmesinin yakın gelecekte tekrarlanmayacağını göstermektedir.

GÖÇMEN SAYISI 2020’DE 280 MİLYONU AŞTI

1870-1913 dönemi ile 1950-2023 dönemi karşılaştırıldığı zaman büyük farklar olduğu görülmektedir. Yeni araştırmalar ve Dünya Bankası’nın raporları tüm dünyada göçmen sayısının 2020'nin ortalarından itibaren 280 milyondan fazla olduğunu belirtmektedir. Bu sayı 1990'da 153 milyondu ve bu rakamlar karşılaştırıldığında uluslararası göçmenlerin sayısı son 30 yılda küresel olarak neredeyse iki katına çıktığı görülmektedir. Bunların yaklaşık üçte biri sığınmacıdır. Bu sayılara göre küresel düzeyde yaşanan savaşlardan, çatışmalardan, baskı ve zulümden kaçan insan sayısı hiçbir devirde bu seviyeye ulaşmamıştır.


 

2022’DE KÜRESEL SIĞINMACI SAYISI 100 MİLYONU AŞTI

UNHCR'nin yayınlanan son "Küresel Eğilimler Raporu"na göre, 2021'in sonunda 89,3 milyon insan evini terk etmek zorunda kalmıştır. Bu sayılar Şubat 2022'de başlayan Rusya-Ukrayna arasındaki çatışmalarla 12 milyon gibi bir sayıya ulaştığından küresel düzeydeki sığınmacı rakamlarının günümüzde 100 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Böylece 2022 yılının ortalarında bu rakam on bir yıl öncesine göre iki kat daha artmış bulunmaktadır.

Bu sayılar ilk bakışta şaşılacak kadar yüksek görünse de eleştirel değerlendirilmesi gerekmektedir. Üç önemli ekonomik faktör arasında özellikle işgücü piyasaları 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ulusal karakterinden en az kaybeden faktör olmuştur. Ulusal devletler ve Avrupa Birliği gibi ulusüstü organize bölgeler, küreselleşmenin baskısına karşın iç piyasalarını geniş kapsamlı politik önlemlerle dışarıya sıkı sıkıya kapatmayı sürdürmektedirler. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce vasıfsız iş gücünün de göç etme olanağı bulunmaktaydı. Günümüzde bu olanak yüksek kalifiye işgücü için bile çok sınırlıdır. ABD’de yabancı eğitimli doktorların sayısı yüzde 5 olurken bu rakam Birleşik Krallık’ta yüzde 30 civarındadır. OECD ülkelerinde çalışan doktorlar arasında göçmen olanların oranları adım adım artmaktadır. Bu sayı son on yıl içinde yüzde 15’ten yüzde 18’ çıkmış bulunmaktadır. Ayrıca, Federal Almanya işgücü ihtiyacını kapamak için kendi ‘Green Kart’ını oluşturmaktadır. Bu yolla Birlik Yurttaşı olmayan AB-Yabancılarının bu ülkede ‘fırsat kartı’ ismi altında bir belgeyle çalışmalarını kolaylaştırmayı hedeflemektedir. Öngörülen mesleklere gelince, hizmet alanında hekimler, hemşireler, hasta bakıcıları yanında yemek ve konaklama alt sektörü göze batmaktadır. Ayrıca, iletişim teknolojisi alanında yazılım geliştirme, IT güvenliği, uygulamaya destek birimleri, veri bilimi gibi uzmanlar aranmaktadır. Klasik meslekler arasında yer alan mühendislik içinde özellikle otomasyon teknolojisi, inşaat, mimarlık, otomotiv sanayi –elektrikli ulaşım ve sürüsüz ulaşım dâhil, yenilebilir enerjiler, çevre koruma ve yapay zekâ gibi meslek grupları bu listeye dâhil edilmişlerdir.  Bunların dışında da becerisi yüksek olan zanaatkârlar yanında grafik tasarımcıları, sağlık ve kişisel bakım uzmanları da bu sıralamada yerlerini almıştırlar.

Bu listeden de anlaşılabileceği gibi göç, sanayileşmiş ülkeler tarafından kendi işgücü ihtiyaçlarına göre belirlenmiş/ belirlenmekte ve ulusal gerekliliklere uygun olarak düzenlenmiştir/ düzenlenmektedir. Global ekonomi ve ulusal işgücü piyasasının izlediği yasalar birbirinden tamamen farklıdır. Bunun bir sonucu olarak da değişik sorunlar ortaya çıkartmakta ve birbiriyle çelişen süreçlere maruz kalmaktadırlar. İşgücü piyasaları, globalleşmenin bugünkü aşamasında “kapalı konteynır”  gibi hareket etmektedirler. Buna karşın globalleşmede söz konusu olan, “mallar, yatırımlar, para akışı, bilgi ve taşımacılık için tüm dünyada pazarların açılması”  sürecidir. Bu sırada, uluslararasılaşma süreci içinde gerçekleşen yapısal dönüşümler, zaten kısmen iş sürecine dâhil edilebilen işgücünü de dışlamaktadır. Yaşamını sürdürme endişesi içindeki bu insanlar için Birinci Dünya Savaşı’ndan önce göç etme yolu açıktı. Günümüzdeki aşama, 1870-1913 arası dünya ekonomik entegrasyonunun birinci aşamasıyla karşılaştırıldığında, iş piyasasının hem rolü hem de görünüşünün değiştiği görülmektedir. O zamanlar yaşlı kıta Avrupa ülkeleri, hatta Asya’nın iki devi Hindistan ve Çin göç veren ülkelerdi. Bu dönem içinde sadece Avrupa’dan yaklaşık 46 milyon insan ABD’ye göç etmiş; ayrıca Latin Amerika’ya, Avustralya’ya ve Yeni Zelanda’ya gidenler de az değildi. Bunların büyük bir kısmı Londra sokaklarında ‘başıboş gezenler ve serseriler’ olarak görüldüklerinden polis zoruyla buralardan toplanıp üç aylık bir gemi yolculuğuyla ‘Okyanusya Kıtası ülkelerine’ ve az da olsa Amerika Kıtasına gönderiliyorlardı. Böylece, o zamanki ismiyle, Büyük Britanya İmparatorluğu olan bu ülke, aşırı kalabalık olan birkaç hapishanesini boşaltıyordu. Hapse düşme potansiyeli yüksek olan ‘sokak serserileri’ yanında aç kaldığından dolayı çalan, diğer insanları dolandıranlarda bu gruba dâhil ediliyordu. Aralarında yıllarca hapis ve hatta ölüm cezasına çarptırılanlar da bulunuyordu. Bu aksiyonla 17. ve 18. Yüzyılları içinde, binlerce sahtekâr, borçlu, fahişe ve hırsız yetim çocuk da gönderilenler arasındaydı. 1787 tarihinden beri Avustralya’ya varan bu gençlerin bu topraklarda da sokak serserilikleri devam ettiğinden, Genel Vali Londra’dan onları kontrol atına almak için ciddi bir polis gücü istiyordu. Londra hükümeti bunun üzerine o zamanın ahlaki değerlerine göre ‘uygunsuz bulduğu’ kadınları sokaktan toplayarak bu ülkeye gönderiyordu. Genel Vali’nin eşinin yardımlarıyla bu iki karşı cinsler arasında evlilikler gerçekleşiyordu. Günümüzde Asya kıtasının en güzel şehirlerinden biri olan bugünkü Sydney’i bu grup insanlar kuruyorlardı. Avrupa’dan Asya’ya doğru bu küçük göç hareketlerine karşın Asya’dan başta ABD olmak üzere diğer ülkelere göç edenlerin sayısı 50 milyondan fazlaydı ve Avrupalı göçmenlerin sayısını aşıyordu. Göçmenlerin sayısı o zamanki dünya nüfusuyla kıyaslandığında göç oranının yaklaşık %5’i olduğu görülmektedir. Bu oran 1950’den bu yana geçen dönemde %1,5, yani o dönemdeki göçün üçte ikisinden daha azdır. Ayrıca göçmenlere, ama özellikle global düzeyde yaşanan sığınmacı kitlesinin, üçte ikisine dünya ekonomisinin globalleşmeden zarar gören fakir veya en fakir ekonomileri kapılarını açmışlardır. Buna karşın 1870-1914 döneminde ’yaşanan uluslararasılaşma sürecinin (.) büyük ölçüde taşıyıcısı iş gücü piyasalarıdır’.

Daha önce değinildiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dış göç, gelişmiş endüstri ülkelerinin yüksek işgücü ihtiyacından kaynaklanmıştır. Fordist seri üretimin belli kesitlerinde işçilerin sıkı sorumluluk almalarını öngören özel “misafir işçi sistemiyle” (1955-1973)  milyonlarca işgücü, artık girişimcinin emrindeydi. Bu işgücü yalnızca genç ve sağlıklı değil, aynı zamanda endüstrileşmiş ülkelerin ücretleriyle her türlü koşulda çalışmaya hazırdı. İşletmeler, “tam istihdamın” engellenmesi politikası güdüyorlardı.

1980’li yıllarıyla daha hızlı ve küresel düzeyde tüm ülkeleri etkisi altına almaya başlayan globalleşmeyle birlikte bu sistemin yerini, büyük kısmını sığınmacı ve göçerlerin oluşturduğu yeni bir sistem aldı. Sığınmacılar ve ithal edilen yeni kalifiye iç gücü 1990’lı yıllardan sonra artık fordizmde olduğu gibi seri üretime entegre edilmemektedir. Tersine, bir yandan ağırlıklı olarak bilgisayar teknolojileri gerektiren işler yerlerinde, emek yoğun küçük işletmelerde, sezonluk işgücü olarak inşaat ve tarımda çalışmakta veya lokanta, otel, temizlik ve güvenlik alanında hizmet görmektedirler.  Basit organizasyonlu hizmet sektöründeki ucuz işgücüne artan talep, globalleşme ve üretim sürecinin yapısal dönüşümüyle doğrudan ilişkilidir. Yapısal dönüşümün belirgin özelliği, üretimde yoğunlaşma ve rasyonelleşmedir.  Hizmet sektöründe çalışan göçmenler Sassen’e göre ikili işgücü piyasasının genelde en yoğun sömürülen işgücüne dâhildir. Bu sektörde istihdam edilenlerin oranları 1950’de yüzde 32,5 iken, 1960’ta yüzde 38,3’e, 1970'de yüzde 45,1'den 1995'te yüzde 65,9'a ve 2021'de yüzde 74,9'a yükselmiş bulunmaktadır.

Diğer yandan yüksek kalifiye işgücüne olan talep tüm dünyada artmaktadır. Yapısal değişiklik sürecinde sanayi, bilim, bilgi ve hizmet sektörlerinde iş alanı değişiklikleri oluşmaktadır. Ortaya çıkan yeni iş alanlarına, sürekli ve kapsamlı bir temel bilgisi olduğunu ve de üst düzey uzmanlığını kanıtlayan kişilerin yerleştirilmesi artarak sürmektedir. Bu kalifiye işgücü ’mesleki yetkinlik ve yeni becerileri gerekli kılan çok yönlülüğü’ de beraberinde getiriyor. Çünkü globalleşme, iletişim ve bilgi teknolojisinin tüm dünyada kullanılmasını, kültürlerarası yetkinlik alanında artan becerileri gerektirmektedir. Artan uluslararası rekabetin üstesinden gelebilecek niteliklere sahip insanlar tercih edilmekte ve ileri sanayi ülkelerinin işgücü piyasalarına girişleri kolaylaştırılmaktadır. Ayrıca bu insanlar internet aracılığıyla tüm dünyadaki meslektaşlarıyla ilişki kurabilmektedir. Bu ülkeler, başta ABD olmak üzere High-Tech sanayinde kalifiye işgücü ihtiyacını karşılamak için kalifiye göçmenlere bir de özel vize vermektedir. Avrupa Birliği’nde bugün bilgi teknolojisi alanında sayısı milyonla ifade edilen iş alanı boştur. Çünkü yerli uzmanlar yetmemektedir.

Pandemi sonrasında istihdam piyasası tekrar hareketlenmeye başlamıştır. İşgücü piyasasındaki bu canlanma nedeniyle, kalifiye elemana olan ihtiyaçta tekrardan belirgin hale gelmiştir. Bu kalifiye çalışabileceklere olan ihtiyaç açığı 2021 boyunca 2020 yılına kıyasla yüzde 124 oranında yükselmiştir. Bu oran rakamlarla ifade edildiğinde yaklaşık 213 bin vasıflı elemana ihtiyaç bulunmaktaydı. Bu sayı 2021 yılı içinde 465 bine ulaşmıştı. Buna göre 2021 yılının Aralık ayında, tüm açık pozisyonların yüzde 41'i uygun niteliklere sahip işsizlerle doldurulamıyordu. Bu seyre bakıldığında onun ileri yıllarda da artan darboğazlara neden olacağını tahmin etmek zor olmasa gerekir.

VASIFSIZ İŞGÜCÜ GÖÇÜ ÖZEL ZORLUKLARLA ENGELLENMEKTEDİR

Buna karşın vasıfsız işgücü göçü, politik özel zorluklar çıkarılarak engellenmektedir. Bundan sadece ilk göçmenler değil, onların aile bireyleri de nasibini almaktadır. Ailelerinin birleştirilmesi için ki bu aslında doğal bir insan hakkıdır, insanların birçok yükümlülükleri yerine getirmeleri ve büyük zahmetlere girmeleri gerekmektedir. Bu çabalardan çoğu zaman sonuç çıkamadığından dünyada birçok aile parçalanmaktadır. Bir pasaportu bile olmayan insanların sayısı milyarları aşmaktadır. Pasaportları olsa bile yurt dışı seyahat için vize gerekmektedir. Vize ise sayıları milyarla ifade edilebilecek insanlara hiç gerekçe gösterilmeden verilmemektedir. Klasik ekonomik kuram teorilerine ters düşen bu globalleşme tartışması literatür içinde ele alınmamaktadır. Globalleşmeye bakıldığında, zaman ve mekân mesafelerinin azaldığı ve belki ‘sınırların kalkmasıyla’, çok sözü edilen ‘global köyün’ oluşması mümkün olabilecektir. Ancak bu köydeki tüm insanlar aynı haklara sahip olmayacaklar ve eşit muamele görmeyeceklerdir.  Buradan hareketle globalleşme, yüksek vasıflı gezgin işgücüne sınırları kaldırılmış bir dünya ve sınırsız olanaklar sunmaktadır. Bu, literatürde sıkça söz edilen sanal iş imkânları için de geçerlidir. Günümüzde birçok havaalanındaki anonslar geceleri başka şehirlerden ve kıtalardan yapılabilir. Çünkü yerkürenin belli bir bölümü geceyken diğer kalan alanları ise gündüzdür ve böylelikle gece için ödenen mesai ücretinden tasarruf sağlanabilir. Aynı şekilde Swiss-Airlines rezervasyon işlemlerini merkezi Hindistan’da bulunan bir firmaya yaptırabilir. Uzaktan (tele) iş yapma teknolojisi, global düzeyde kullanıldığında çalışma zamanı ve üretim sürecinin esnekleşmesini sağlamaktadır. Pandemi döneminde olduğu gibi birçok dersler online verilmekte ve telekonferanslar normalleşmektedir. Ulusal sınırlar içinde iş yapmak artık zorunlu değildir. Aksine iş sürecine dünyanın her yerinde verimli bir şekilde katılma ve hatta daha ileri giderek zamanı bile sınıflandırma olanağı doğmaktadır. Başlangıçta annelerin hamilelik izinlerinde uyguladıkları uzaktan iş yapma zamanla ekonominin önemli bir faktörü haline gelmiştir. Federal İstatistik Dairesi’ne göre, Federal Almanya'daki tüm çalışanların yüzde 24,8'i 2021 yılında en azından ara sıra evden çalışıyordu. Evden çalışan insanların yüzde 10,0'u tamamen bu tür ofis çalışanıdır. Genelde birçok holding çalışanlarının haftada sadece bir gün işe gelmesini istemektedir. Buna göre iş, insana bağlıdır ve dünyanın her yerinden yürütülebilir. Dünya çapında ortaklaşa çalışan, sanal iş grupları denilen (Virtual Workgroups) gruplar bu temelde ortaya çıkmaktadır. Buna örnek olarak bilgisayar programları (Software) geliştiricilerinin ABD ve Hindistan’da yürüttükleri ortak çalışma ve birçok araştırmacının bilgisayar üzerinden ortak araştırma yapması gösterilebilir. Programlar gündüzleri ABD’de üretilmektedir. ABD’de geceyken Hindistan’da gündüz olduğundan, Hindistan’da test edilmektedir. Bu sistem ortak projeler yürüten bilim insanları için de geçerlidir. ABD’deki program geliştiriciler iş günü başlarken hatasız ve test edilmiş sonuçları almaktadır. Bu yöntemle hem program geliştirme süresi yarıya indirilmekte hem de her iki ülkede sahip olunan işgücü en üst düzeyde kullanılmış olmaktadır. Bu tür iş bölümünün yapılmasında internet asıl işleviyle kullanılmaktadır. Verilere ya FTP (File Transfer Protocol) sistemiyle ulaşılmakta ya da verilerin telenet ile uzaktaki bir işletimcide doğrudan kullanılması olanağından yararlanılmaktadır.

GEZGİN DİASPORA TOPLUMLARI

Uzaktan çalışma yanında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan işgücü dolaşımı nedeniyle tüm dünyada, gezgin “diaspora-toplumları” oluşmuştur. Bu toplumlar içindeki insanlar, bireysel olarak önemi artan “trans nasyonal” göç sebebiyle yaşıyorlar. ”Trans nasyonal” kavramıyla, göç sürecinde oluşan ayrılmış bölgelere işaret edilmektedir. Bu bölgelerde yaşam, geleneksel ve ulusal yaşam biçiminden çok farklıdır. Ludger Pries  “trans nasyonal sosyal bölgeleri” farklı yerler veya “sosyal mekânlar” arasında aktif hareket eden göçmenlerin günlük yaşam gerçeklikleri olarak değerlendirmektedir. Göçmenlerin çoğu dar yerel sınırlar dışında hareket etmektedir. Pries özellikle göçmenlerin geldikleri ve yaşadıkları bölgelerdeki yaşam koşulları ve ekonomik faaliyetleri üzerinde durmaktadır. Ona göre bu iki boyut birbiriyle çok yakından ilişkilidir ve böylece “sinerji ve hız yaratarak göç dinamiği üzerinde’’ etkili olmaktadır.  Bu nedenle göçmenlerin bu global ilişkilerden kaçınması pek mümkün olamamakta ve bu ise göçmenlerin dolaştıkları “sosyal mekanların uluslararası kesişmesi durumlarının’’ giderek artmasına çoğalmasına yol açmaktadır.