İcatlar, sadece yaratıcılığın ve hayal gücünün somutlaşmış hâli değillerdir, aynı zamanda bireysel ve toplumsal meydan okumaların, dönüşümlerin bir sonucudurlar. İcat etme süreci, olasılıkların sonsuz olduğu bir diyarın kapılarını aralamaktır ve bu durum hem iyi hem de kötü sonuçları beraberinde getirebilir. Oluşan bu sonuçları kontrol edebilme yetimiz ise toplumsallaşmış bir yapı üzerinde sınırlıdır. Bu durum, icatların öngörülemez bir muamma içinde kendi yolunda ilerlemesine sebep olur.

Toplumsal evrimin kaçınılmaz sonucu…

Bugün yapay zekâyı reddedenler, onu hayatımızın içine almıyoruz diyerek tepkili davranıp ona sırtını dönenler günün birinde bu teknolojiyle karşılaşmaktan kaçamayacaklardır. Dolayısıyla yeni oluşumları reddetmek yerine onları anlamanın daha doğru bir karar olduğunu düşünüyorum. Sonuçta anlamadığımız bir şeyle savaşamayız ve onu dönüştüremeyiz.

Bandırma Füze Kulübü (2022)

Yönetmen: Ömer Faruk Sorak

Senaryo: Mert Dikmen, Mustafa Uslu, Ayberk Olgay

Oyuncular: Alina Boz (Leyla), Deniz Can Aktaş (Umut), Erkan Kolçak Köstendil (Necati)

Gerçek bir hikâyeden uyarlanan filmde olaylar, 1946 yılında Bandırma kumsalında düzenlenen bir panayırda başlar.

SPUTNİK 1 İLE DÜNYADA UZAY ÇALIŞMALARI HIZLANDI

Ardından zaman hızla 11 yıl ilerler ve 7 Ekim 1957 tarihine geliriz. Bu tarih, SSCB’nin 4 Ekim 1957’de Sputnik-1’i başarılı bir şekilde yörüngeye yerleştirerek Uzay Çağı’nı başlattığı dönemdir.

7 Ekim’in ertesi günü, yani 8 Ekim 1957’de öğrenciler sınıfta ders dinlerken tahtada belirtilen tarih hatalıdır çünkü 4 Ekim 1957 olarak gösterilmiştir.

Filmde olayların geçtiği yerlerden biri Şehit Mehmet Günenç Lisesi’dir.

Kore Savaşı’nda kahramanlık örneği gösteren Türk subaylarından biri olan Bandırmalı Topçu Üsteğmen Mehmet Günenç, 1951 yılında yaşanan bir çarpışmada kritik bir kararla tarihe adını yazdırmıştır. Türk birliğinin üzerine yoğunlaşan düşmanları durdurmak için kendi mevzilerinin koordinatlarını ilettiğinde, verilen koordinatlara atış emri çıkmıştır. Düşman birlikler imha edilmiştir fakat bu zor kararın neticesinde Topçu Üsteğmen Mehmet Günenç bulunduğu yerde şehit olmuştur. Anısını yaşatmak adına, adı bir liseye verilir.

Film boyunca “uzay” kelimesi yerine hep “feza” kelimesi kullanılır. Duvardaki geyikli halı, gaz lambası, mutfaktaki kapaksız, açık terek ve manuel çalışan dikiş makinesi 1980’lerde hâlâ var olan eşyalardır. Görmek bile filmle bir tanıdıklık ve yakınlık kurmamızı sağlıyor. Füze yapımı çalışmalarında bulunan öğrencilerden birinin adı Umut’tur. Bu isim, bir umudun yansıması olarak kullanılmıştır.

Kemal öğretmen, Umut’a, Türkiye’deki ilk astronomi eseri olan “Kozmoğrafya” kitabını verir. Kitap Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği üzerine Ord. Prof. Dr. Ali Yar tarafından yazılmış bir eserdir. Kitabı verirken şöyle der: “Bu kitabı evimdeki kütüphanemde buldum.”

Arkadaşı, proje sunumu için Umut’u sahneye davet ederken 11 A şubesinden (Lise 3) der. Kozmoğrafya 1933 yılında yayımlanmış Lise 3.sınıf ders kitabıdır ve 1979 yılına kadar tüm lise müfredatında zorunlu okuma materyali olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla Kemal öğretmen bu kitaptan ders veriyor olmalı. Yani kitabı kütüphanede bulmuş olamaz. Kitap zaten hep elinin altında bulunmalıdır ve zaten çocuklar bu kitaptan ders işliyor olmalılar. Bu kitapta; gezegenlerin oluşumu, mevsimlerin nedenleri, kara deliğin tanımı ve Aristo’dan Kopernik’e, Galileo’ya kadar uzmanlarının teorileri ile Samanyolu’nun haritası gibi konular yer almaktadır.

Kemal öğretmen, “Merak duygusunun peşini asla bırakmayın,” diyerek öğrencilerini destekler. Öğrenciler füze yapım deneme çalışmalarına başlar.

Mekân olarak seçilen bakkalın adı 17 Eylül Bakkaliyesidir. Bandırma, Yunan işgalinden 17 Eylül 1922 tarihinde kurtarılmış. Ne tesadüftür ki suçlu bulunan Adnan Menderes, 17 Eylül 1961 tarihinde asılarak idam edilmiştir. Filmde bu tarihi olaya yer verilmiştir ve mekân adı seçimiyle adeta bir gönderme yapılmıştır.

Müzik öğretmeni olan Nurgül, gençlere destek olan öğretmenlerden biridir. Filmde, Nurgül öğretmenin dudağındaki şişlik, yakın plan çekim yapıldığı için bariz bir şekilde dikkat çekmektedir.

Biz insanoğlu, otomatik olarak farkında olmadan yüzyıllardır alıştığımız yüz ifadelerinin bir kısmını okuruz aslında. Doğal tepkileri tanımlarız. Yüz ifadelerinin belirli örüntüleri vardır ve genellikle farkında olmadan bu örüntüleri biliriz. Şaşırdığımızda alnımızın, gerçek bir gülüşte göz kenarlarımızın kırışması, iğrendiğimizde burnumuzun yanlardan yukarı kalkması gibi. Biz bu hallerimize aşinayız.

Estetik operasyonların yaratmış olduğu dudak asimetrisi, gülümsemelerin gergin yüz hattından dolayı samimi durmaması, alın kırışıklığının eksikliği veya burun deliklerinin birbiri ile orantısızlığı gibi durumlar, bizim bu doğal örüntülere alışkın olan duygusal algılarımızla çelişir. Estetikli bir burun kıpırdamaz, gülümserken yüz gerginlikten dolayı hareketlenmez. İçsel olarak bu ifadelerde bir terslik olduğunu hissederiz.

Yüzümüzdeki doğal ifadeler ve duygusal dışa vurumlar, iletişimimizin önemli bir parçasıdır. İnsanların yüz ifadeleri duygusal bağlantı kurma yeteneklerini etkiler. Kısaca böyle bir durum varsa yakın çekim tercih edilmemelidir.

Mekân isimleri, özellikle belirli bir anlam arayarak seçilmiş. Yahya Sezai Uzay, Bandırma’nın 17 Eylül 1922’de kazandığı kurtuluşun ardından görev yapan ilk kaymakamdır. Yunan işgali sırasında Haydar Çavuş Camii’ne sığınan halkı, bombaların patlamasından hemen önce kurtarmıştır; bu kahramanlık eylemi sonucunda Mustafa Kemal Atatürk tarafından kendisine “Uzay” soyadı verilmiştir. Filmin konusuyla yakından alakalı bir soyadına sahiptir.

“HAYAL KURMAK GÜZEL ŞEY BE YUSUF’UM”

Gençlerin, füze yapım çalışmaları için bir alana ihtiyaçları vardır. Okul müdüründen böyle bir talepte bulunduklarında, onlara “Başımıza icat çıkarmayın,” diye uyarıda bulunur.

Oysaki Mustafa Kemal Atatürk, “İstikbal göklerdedir. Göklerini koruyamayan uluslar, yarınlarından asla emin olamazlar,” demiştir.

Öğrencilerin çalışmalarını duyan Kdm. Yrb. Halit Eşref, onları görüşmeye çağırır. Herkes yanlış bir şey yaptığını sanarak endişeli ifadeler takınır.

Merakımızı takip ettiğimizde, soru sorduğumuzda, hep bir büyük azarı işitecekmişiz gibi o yersiz korkuyu bazen taşırız üzerimizde, tabii bir müddet…

Arkadaşları bile onların yaptıklarını sadece bir heves olarak nitelendirir. Sahi hayal ve heves nerede ayrılır? Veya o ince detay nasıl fark edilir? Bu başka bir yazının konusu olsun.

Bazı sahnelerde yer yer yabancı müzik kullanılmış. Sadece Türk tarihini anlatırken şöyle kıyıda köşede hiç bilmediğimiz o güzel müziklerimizden bazılarını bulup kullansalardı da biz de, “Bu kimin eseri, kimler nasıl yorumlamış?” diye merak edip, böylece eski müziklerin peşine düşseydik, daha hoş olmaz mıydı?

Umut, Leyla’ya karşı duyduğu sevgiyi anlatır.

“Sen benim yanımdayken ben başka hiçbir şeye bakamıyorum. Fezayı bile unutuyorum.”

Tamam, feza bir kişi ismi anlamında kullanılmamış ama yine de...

İlerleyen zamanlarda, gençlerin füze atış denemeleri başarısız olur. Öğretmen Kemal başka bir şehre atanır ve şöyle der:

ASIL MESELE GENÇLERİN ÖNÜNÜ KAPAYAN, O ZİHNİYETTE!

“Mevzu benimle ilgili değil, Necati. Giderim, başka bir köyde çalışırım. Orada da tahsil görmek isteyen bir sürü talebe var. Lakin buradaki mesele senden, benden daha büyük. Asıl mevzu, fezaya bakıp ‘Biz de yaparız,’ diyen, mücadele eden, çaba gösteren o cesur gençlerin yolunu tıkayan zihniyetin kazanmasında. Adamlar neye kalkışsa, dışarıdan biri kalkıyor ayağa. ‘Yahu, siz ne uğraşıyorsunuz? Bırakın, biz yapar, size daha ucuza veririz,’ diyor. Bizimkiler de beyhude bir çaba içinde olduklarını düşünüp bırakıyorlar işin ucunu. İşte böyle böyle hantal ve tembel bir millete dönüştürüyorlar.”

O zamanlardan başlayan hantallık hâlâ devam ediyor ve bu kadar zenginlik içinde olan bir memleketken, maden kaynaklarımız yabancı şirketler tarafından işletiliyor. Dağlarımıza, tepelerimize bile rahat yok. Taş ocaklarının çıkardığı tozdan köylerde hasat verimi düşüyor, köy halkının başına gökten toz yağıyor, maden çıkarmak için kullanılan kimyasal maddelerden sularımız ve gıdalarımız zehirleniyor. Maden var, çıkaramıyoruz; toprak var, ürün yetiştiremiyoruz; tohum var, sahip çıkamıyoruz. Çocuklarımızın beyinlerini gereksiz bir sürü bilgi ile işgal edip yeteneklerini köreltip kavramlar arasındaki bağlantıları kuramayan kişiler yaratıyoruz. Sahi, biz hantallık ve tembellikten başka ne yapıyoruz? Buradaki “hantallık” sözcüğü zihin için kullanılmıştır. Yoksa gençliğimiz üç kutu arasında geçip gidiyor: Ev-Araç-İşyeri, İşyeri-Araç-Ev.

Sistem içinde bazıları fikir üretip yönetirken, diğerleri bu fikirleri hayata geçirmek ve üretileni tüketmek için sürekli çalışır.

O ithal ettiğimiz ürünleri alabilmek için, içinde dönüp durduğumuz çark... 365 günün içindeki 15 günlük tatili bekleyerek geçen ömürler... Sevmediğiniz bir işi yapıyorsanız bu bir sorundur.

Velhasıl füze yapmaya çalışan gençler tüm başarısızlıklara ve engellere rağmen başarmasına başarıyorlar, ama kendi ülkeleri içinde değil.

KEŞKE DEMEK YERİNE GENÇLERE GÜVENEBİLSEK

“Keşke demekten kendimizi alamıyoruz. Keşke, bu gençlerin arkasında millet olarak durabilseydik. Keşke, onların hayallerine inansaydık. Onlara güvenseydik.”

-Baksana hayalimiz gerçek oldu.

-Sence gerçekten bu muydu bizim hayalimiz? Baksana etrafına kendi ülkemizde bile değiliz.

Telstar-1 iletişim uydusu, 10 Temmuz 1962 yılında ABD tarafından fezaya gönderilmiştir. 1962 yılından bu yana eğitim sistemi ile ilgili, çocuklarımızın zihinleri, umutları, yetenekleri ve Türkiye’nin geleceği ile ilgili yaptığımız çalışmalar üzerine söylenecek çok söz var!..

Kısaca durum şöyle: https://www.gulkara.net/gelecegine-sahip-cik-turkiye-yoksa-karanlik-yutacak-seni