Bu ülkede iktidarlar “Vatandaş devlet için değil, devlet vatandaş için vardır” dedikçe, o devletten korkumuz da büyüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyareti sırasında ben de New York’taydım.

Ama Cumhurbaşkanın A330 uçağı ile değil, THY’nin B777-ER300 uçağı ile gittim.

Dolayısı ile ne Cumhurbaşkanın bir etkinliğine ne de Türk Amerikan İş Konseyi’nin etkinliklerine, ne de CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in toplantılarına katıldım.

Benim dünyama göre çok daha önemli bir başka Birleşmiş Miletler toplantısını izledim. 

Cumhurbaşkanın Gazze meseleleri ve “Dünya beşten büyüktür” konuşmalarından ve onunla birlikte giden A330 ekibinden rol çalmamak için onu önümüzdeki günlerde yazacağım.

B777’DEKİ  BEN, ‘HİZMET ALAN’

A 330’DEKİ  BOYS,  ‘HİZMET VEREN’

Biliyorsunuz artık kendimi bir Gazeteci olarak tarif etmiyorum.

Ben pop sosyolog bir gözlemciyim.

O nedenle  ilgi alanım  “A330 Boys’la” pek kesişmiyor.

Boys yani erkekler diyorum,  tabi uçakta kadın gazeteciler de var.

Ama uçaktan gelen birbirinin neredeyse aynı karelerde erkekler o kadar ezici  çoğunlukta ki, rahatlıkla “Boys” diyebilirim.

Neyse daha fazla hasetlik yapmayayım, “Beni de uçağı niye almıyorsunuz” fısıltılarına sebep olmayayım.

HÜRRİYET’İN HAVACILIK  YAZARI SAYESİNDE

B777’DE ATA TOHUMU BUĞDAY EKMEĞİ YEDİM

THY’nin B777 uçakları  biraz eskimiş olsa da aldığım hizmetten fazlasıyla memnunum.

Üstelik dönüşte uçakta tesadüfen Hürriyet’in dünya  çapında havacılık  yazarı Uğur Cebeci ve THY’nin basın müşaviri Yahya Üstün de vardı.

Onların  sayesinde Göbeklitepe’de bulunup yetiştirilen ata tohumu buğdayından  yapılmış ekmeği bile tattım.

THY bu ekmeği New YORK’ta da tanıtmış.

Çok  iyi bir fikir olmuş.

Kısaca  B777 çok daha güzel.

B777’de “Hizmet alansınız.

A330’da ise “Hizmet veren…”

Üstelik, serbest gözlemci olup, kendini Türkiye ombudsmanı  ve gazetecilik ahlak muhafızı ilan eden Faruk Bildirici’den  “Dürüst gazeteci”  ehliyeti alma zorunluğum da  kalkınca, New York’un keyfini çok daha fazla çıkardım.

A 330 gazetecilerinin sorma imkanı bulamadığı  soruya gelince, şuydu.

Türkiye’nin adından 4 harf silinse geriye ne kalır?”

Ama önce size 2.5 km’lik bir New York yürüyüşü yaptıracağım…

EKİNOKS GÜNÜNDE 2.5 KM’LİK

HARİKA BİR HIGH LINE YÜRÜYÜŞÜ

Bu defaki güzergahım High Line”

Yani Chelsea Meat Packing yakınında, yukardan geçen eski demiryolu üzerine yapılan yürüyüş yolu…

Buraya High Line deniyor.

2.5 km uzunluğunda bir yürüyüş parkuru.

Çevrede güzel bir bitki örtüsü oluşmuş.

Sanki kendi haline bırakılmış bir tabiat hissi veriyor insana.

Aslında burası  bir kültür yolu…

Yol boyunca çeşitli sanatçıların eserleri sergileniyor.

Bunların çoğu da Amerikan devletine eleştirel bakan sanatçılar.

İLK SORU:AMERİKA ADINDAN

5 HARF SİLERSENİZ NE KALIR

Bu sanatçılardan biri Glen Ligon.

Eserinin adı “United(America/Me)

“America” yazılı bir pano hazırlamış ve üzerindeki harflerden bazılarının üzerine X işareti koyarak iptal etmiş.

Geriye “ME” kelimesi kalmış.

Yani “BEN”…

Süper güç devletine karşı “ben” de varım diyen bir tablo.

TÜRKİYE’NİN ADINDAN  4 HARFİ

 SİLERSENİZ GERİYE  NE KALIYOR

Benim biraz muzip, biraz decçal kafam anında bu eserin “Türkiye” versiyonunu düşündü…

Bazı harfleri X’le iptal edince geriye “ÜRK” kelimesi kaldı.

Eleştirel bir şey mi iyi, bir şey mi karar veremedim.

Kim ürksün?

Adı yazılı Türkiye devletinden biz mi mi?

Pek ilginç değil.

Çoğumuz ürküyor zaten.

Bu ülkede iktidarlar “Vatandaş devlet için değil, devlet vatandaş için vardır” dedikçe, o devletten korkumuz da büyüyor.

Yargısıyla, polisiyle, medyasıyla, topuyla, tüfeğiyle, CİMER’iyle, De enformasyon müdürlüğüyle neler yapabileceğini her gün görüyoruz.

Ama bunu ‘Düşmanlarımız bizden “ürk’sün” diye de okuyabilirsiniz.

BEŞ HARFİN ÜZERİNİ ÇİZERSENİZ GERİYE

SANAT ESERİ OLARAK “YE” KELİMESİ KALIYOR

Beş harfin üzerini X’leyerek iptal  ettim.

Bu sefer geriye  “YE” harfleri kaldı.

O da “Devletin malı  deniz yemeyen keriz” deyip devletin kasasına, malına üşüşenleri aklıma getirdi nedense.

Onu da sevmedim, kültür  yoluma devam ettim.

FOSFORLU  PANTONE 1895C PEMBESİ BİR

BARBİE AĞACIN ÖNÜNDE DÜŞÜNDÜKLERİM

Bu defa karşıma harika bir şey  çıktı.

Fosforlu, Barbie pembesine boyanmış bur ağac.

Bildiğimiz “Pantone”1895c”  Messi’nin Miami formasının bir tık koyusu pembesi yani.

Sanatçının adı PAMELA  Rosenkranz…

Eserin adı “Old Tree”, yani yaşlı ağaç.

Cennetin yeryüzü ile ilişkisini anlatan bir mitolojiden esinlenmiş.

Aynı zamanda bitkilerin hayatı ile insan hayatını  ilişkilendiren bir manası varmış.

Eski insan bilgeliği ile geleceğin bilgeliği arasındaki ilişkiyi  de temsil  ediyormuş.

Bense  şu yorumu yaptım.

Ağaçlar gibi insanlar da yaşlandıkça, kendilerine içaçıcı renklenden oluşan bir dünya kurabilir.

İflah olmaz iyimserliğimin bir yanılsaması daha mı diye sormadan da edemedim.

KÜLTÜR YOLUNDA EVİNİZE

NÜKLEER ENERJİ KURMA BİLGİSİ

Yürürken yolum bu defa “İklim Bilumleri Fuarı” diye bir mini fuarına düştü.

Yürüyüş yolunun üzerinde iki taraflı tek  masalık mini pavyonlardan oluşmuş.

Her bir bir Startup grubuna ait.

Hemen girişte evinizde, hiç bir tehlikesi olmadan nasıl mini bir nükleer güç ünitesi oluşturabilirsiniz diye bir masa vardı.

DÜNYA DIŞI TECRÜBENİZİ EVİNİZDE

DÖNÜŞEBİLİR SUYA ÇEVİRME SANATI

Biraz ilerde “Dünya dışı dereyimlerimizden elde ettiğimiz bilgileri nasıl, evimize  uygulanabilir teknolojiye dönüştürebiliriz” başlıklı bir masa dikkatimi çekiyor.

NASA’ya araştırma yapan bir girişimmiş. Uzay mekiklerinde dönüşebilir su teknolojisi  üzerine araştırmalar yapıyormuş.

Tabi uzay mekiği  küçük bir mekan olduğu için bunu çok küçük odalarda yaratmaya uğraşıyorlar.

Bu da evler için dönüşebilir su demek.

SORU: İZMİR’DE KORDON’A NASIL MAVİ

YENGEÇ,ISTAKOZ  VE İSTİRİDYE EKEBİLİRİZ

Bu arada çok ilgimi çeken bir başka Startup masaya geliyorum.

New York’ta deniz üzerine kurulan bir parkın ayaklarına  mavi yengeç, istiridye ve başka deniz ürünlerini ekmek için  teknoloji geliştiren bir girişim gurubu.

"Nereye bunları” deyince, hemen arkasında aşağıda ilerde bir yeri gösterip, “İşte oraya” diyor.

Oraya bakınca da çok ilginç bir şey  görüyorum ve High Line yürüyüşüme ara vererek , oraya gidiyorum.

CEVAP: İZMİR KORDON BOYUNA DEV

VAZOLARDAN BÖYLE BİR PARK YAPARAK

Burası deniz üzerine kurulmuş baya  büyük bir park.

Sütunlar  üzerinde yan yana dev vazolar içinde  çiçekli ağaçlı bir park oluşturulmuş.

Bu yarımadayı karaya bağlayan köprünün üzerinden geçerek parka giriyorum.

Olağanüstü  bir habitat oluşmuş burada.

İzmir geliyor aklıma… Doğum yerim yani…

Yıllardır hiç bir yaratıcı şehir çözümü oluşturamayan  şehrimde Kordon’da veya Salhane civarında veya Karşıyaka veya İnciraltı’nda nasıl güzel bir park yaratılabilir böyle  bir çözümle…

Neyse…

Yaratıcılıktan ve hayalperestlikten umudumu kestiğim için yine High Line  yolculuğuma…

BEMBEYAZ BİR SİYAH BALETİN

ÖNÜNDE HİSSETTİKLERİM

Yürüyüşüm elinde çicekler tutan şahane bir balerin önünde  sona eriyor.

Sanatçısı Karon Davis…

Eserin adı “Curtain Call”…

“Güzellik  ızdırap acı çekmeli” diyor.

Siyah kadın baletlerin, bir Beyaz Avrupa sanatı olan baleye geçiş için harcadıkları çabayı anlatıyormuş.

Bana sadece güzelliğin masumiyet olarak portresi gibi geldi.

EKİNOKS GÜNÜNDE KELEBEK

ÇİÇEKLERİNE FARKLI BİR BAKIŞ

Dediğim gibi güzel bir ekinoks günüydü…

Günün ve gecenin eşitlendiği bir gün yani…

Aydınlıkla kararlığın hiç olmazsa seşitlendiği bir gün…

Yolum üzerinde küçük bir bitki gurubu dikkatimi çekiyor.

Kurumuş bir bamyayı veya sivri biberi hatırlatan bir bitki.

Küçük  bir tabela var.

İkiye bölünmüş.

Bir tarafta turuncu renkli harika bir çiçek, öteki tarafta kurumuş, solmuş bir bamya…

Üzerinde “Butterfly  Milweed” yazıyor.

Türkçesi “Kelebek Çiçeği’ymiş..” Yazın aydınlığın uzun olduğu günlerde turuncu çiçek açarmış, kışın karanlık günlerinde solmuş ve kurumuş bir bamyaya dönüşürmüş.

KADER BENİ 60’LI YILLARIN EN

EFSANE OTELİNE GÖTÜRÜYOR

Oradan çıkıp kaldığım otele giderken, yıllardır görmek istediğim, benim için kült bir mekanın önüne düşüyorum.

“Chelsea Hotel…”

Patti Smith’in “Sadece Çocuklar” kitabında  adı sık sık geçen o efsane müzisyenler,sanatçılar, yazarlar ve şairler oteli.

Kapısında Leonard Cohen adı yazılı bir plaka görüyorum.

LEONARD COHEN VE

BOB DYLAN’IN OTELİ

Kimler geldi kimler geçti bu otelden.

Arthur Miller, Dylan Thomas, Jaçkson  Pollock, Bob Dylan, Janis Joplin, jim Morrison, Chet Baker, jack Kerouac, Jimi Hendrix, Andy Warhol…

Bir dönemin kutsal mekanıydı  orası…

İçeri girip, o yıllarda benim de İzmir’den hayranlıkla izlediğim bütün bu insanların üst katlara çıktığı merdivenlere oturup resim çektirdim.

Bar ve salonlar tıpkı o dönemin atmosferindeydi.

PATTI SMITH’İN BECAUSE THE NIGHT

ŞARKISININ KEŞFEDİLDİĞİ MEKAN

Düşünün, Patti Smith’in hala dinlediğim “Becouse the Night” şarkısını, bir kaset içinde bu oteldeki odasında ilk defa dinlemiş ve ertesi gün söylemeye karar vermişti.

Leonard Cohen  o otelin adını taşıyan bir şarkı bestelemişti.

O otel, 1960’ların müesses kültürel nizamına başkaldıran insanların “Karşı kültür hareketinin kalesiydi” adeta…

Aynen o yıllarda kalmış veya korunmuş  sanki…

BÖYLE YOLCULUKLAR İNSANA KENDİ

 ODYSSEUS  DESTANINI YAZDIRIYOR

Visconti’nin “Venedik’te Ölüm” filminin mekanları ile başlayan gençlik kültür yolum geçen hafta New York’ta Chelsea Hotel’deydi…

Hayatımın geriye  kalan zamanı izin verdiğince bu yolda yürümeye devam edeceğim.

Bence insan belli yaşa gelince böyle veda yolculukları ile geriye kendi Odysseus  destanını bırakabilir.

Bu hiç te  öyle megalomanca bir arzu değil…

Hatta küçük, sıradan insanlara, hepimize esin verecek bir duygu…

İnanın bana…