Arkamızda bıraktığımız yüzyılın yetmişli yıllarından itibaren kullanılmaya başlanılan ‘Globalleşme/Küreselleşme’ kavramı o zamanlar çevresel olguların sınır aşırı tehdidini ifade etmek için üretilmişti. Aradan geçen yarım yüzyıl sonra bu kavramın çok çeşitli süreçleri ifade etmek için dillendirildiği görülmektedir. Kavram ayrıca yerel-evrensel boyutuyla iki yöne doğru ilerleyen bir süreci de tarif etmektedir. Bu anlamda oldukça dinamik ve değişken bir terminolojiden hareket edilmektedir. Bu kullanılış şekliyle artan bir şekilde dünyanın farklı coğrafyalarını nüfuzu altına almaya devam etmektedir. Böylece de bünyesine yeni açılım katmakta ve sürekli devinimlerle mevcut yapısını uyarlamaktadır. Kavram etrafında geçen süre içinde temel bir paradigma değişikliği gerçekleşmiş ve günümüzde bu kavramla sınır ötesi var olan ve uluslararası ve/veya ulusüstü yöntemlerle çözülmesi gereken bir alam yüklenmiştir. Bir adım daha ileri gidilerek bu diskur “(…) yeni bir çağın temellerini atan ve geleceği işaret eden bir ‘dünya tasarımı’ olarak” sunulmaktadır. Buna karşın bu son yarım yüzyılın yönlendirici diskuru içinde ne dün ve ne günümüzde bu tartışmanın dördüncü sütünü olan istihdam Pazarı ve onunla yakından iç içe olan Küresel Göç Hareketleri dikkate alınmamaktadır. Böylece günümüzün belirleyici bilimsel tartışmaları içinde yer alan ‘Globalleşme’ daha çok toplumlar arası ve toplumlar içi ilişkileri polarize etmekte, onları bölüp parçalamakta ve toplumların taşıyıcı sütunlarına meydan okuyarak derin uçurumların oluşmasına yol açmaktadır.
Globalleşme/Küreselleşme diskurlarında ortaya çıkan bu boşluk sürecin bu boyutuyla tarihsel ve sosyal yönlerinin araştırılmasını engellemektedir. Oysaki göç, günümüzün en hararetli tartışılan konularının başında gelmektedir. Bu siyasal-toplumsal değişim içinde yaşadığımız yapıyı da değiştirmektedir. Bu arka plandan hareketle niye bu konular üzerinde diskurlar yürütmemiz gerektiği sorusu ortadadır. Daha da önemlisi, niçin üç yüz bin yıl önce başlamış bir göç sürecini günümüze değin araştırmalıyız? Bu geçmişi öğrenmekte günümüzü ve geleceğimizi nasıl şekillendirebiliriz? Sorularını da analitik olarak cevaplamamız gerekmektedir. Bu gibi çalışmalar sadece insan göçlerini araştırmakla sınırlı olmayacağından ilk kez çok boyutlu, çok disiplinli ve çapraz disiplinli eserler ortaya çıkacaktır. Böylece, Türk bilim literatüründe ortada duran önemli boşluklar giderilecek ve ‘Bu bakışla’ yürütülecek çalışmaların ana konuları göçmen gönderen devletlerin vatandaşlarıyla, göç alan ülkelerin vatandaşları arasındaki ilişkilerin karşılıklı saygı temelinde, ortak yaşam alanlarının nasıl şekillendirileceği boyutunda olmalıdır. Bu soruna dönük çalışmalara başlarken sadece insanlara dönük göç olgusundan hareket edilerek konular ele alınmamalıdır. Genelde dinlerin, sanatın, bitkilerin göçleri de böyle dizayn edilen çalışmaların kapsamı içinde ele alınmalıdır. Bu bakışa göre söz konusu olan insanlar - göçmenler - ekonomik yaşama aktif olarak katılabilen insanlardır. Bununla beraber sığınmacılar, iklim göçmenleri gibi çalışmalarda dikkate alınmalıdırlar. Bu arada isteğe bağlı ve/veya zorunlu yer değiştirmenin gerçek eylemlerinin ön ve çerçeve koşulları bu çalışmanın ana hipotezini oluşturmalıdır. Göçmen kabul eden ülke göç olgusuna karşı çelişkili bir tutum geliştirdiğinde, bu durum o toplumun refahını, çalışma yaşamını ve çalışanlarını ve dolayısıyla insanların barışçıl bir şekilde bir arada yaşamalarını olumsuz yönde etkilemektedir. Onun için şu temel üç alan üzerinde derinlemesine çalışılmalıdır:
1) Küresel Göçmen Hareketi genelde sanayileşmiş batı ülkelerinin istihdam piyasalarının ihtiyaçlarına ve çıkarlarına göre koordine edebilmek üzere geliştirilmiş çeşitli biçimlerde kullanılabilen bir araçtır. Bu politikanın deklare edilmiş olan hedefi, klasik göç hareketinin aksine, genelde Kuzey Yarımkürede yer alan devletlerin işgücü ihtiyaçlarını sınırsız işgücü sunan Güney Ülkeleri’nin istihdam piyasalarından karşılayarak uluslararası rekabet edebilirliklerini sürdürmek ve böylece toplumlarının refahının artmasını sürdürülebilmektir.
2) Uluslararası Antlaşmalarla başlangıçta göçmenlerin ekonomik konumlarını ve yaşam koşullarını asgari standartlarda düzenleyecek bir şekilde tasarlanan hukuksal normların işlevi, zamanla sermaye ve malların globalleşmesi stratejisine dönüştürülmüştür. Göçerlerin adım adım eşitliğini sağlamayı hedefleme yerine çok ince hesaplarla inşa edilen hukuki metinlerle post modern ülkelerde on ikiyi aşkın göçmen statüsü oluşturulmuştur. Bunun sonucunda üçüncü ülkelerden gelen göçmenlerin statüleri ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü statüye göre muamele gören insanlara doğru indirgenmeye çalışılmaktadır.
3) Ulus devletlerin dış ve iç politikalarının normal olarak birbirine çok sıkı biçimde bağlı olduğunu özellikle vurgulamak gerekmez. Ancak iç dinamiklere dayalı ülkenin ulusal göçmen politikası onun genelde yürüttüğü dış politikasını ikame ediyorsa, burada özel bir siyasi durumun söz konusu olduğunu belirtmek gerekir. Böyle bir durumu A(E)T/AB-üye ülkelerinin aldıkları göçmenlere karşı uygulamalarında görülmektedir. Örneğin; ulusal mahkemeler ulusüstü hukuku, ulusal ölçütler esas alınarak yorumlamaya zorlanmışlardır. Oysa bu işlev sadece AB üye ülkelerinin en yüksek ve son yargı mercii olan ve merkezi Lüksemburg’da bulunan Avrupa Toplulukları/Birliği Adalet Divanı'na (ATAD yeni kısaltılmış şekliyle ABAD) aittir. Ayrıca, merkezi Strasburg’da olan İnsan Hakları Mahkemesi’nin göçmen işçilerin statüsüne dönük verdikleri çeşitli kararlar da göç alan ülkeler tarafından uygulanmadığı görülmektedir.
Geçen bin yılın bitiminden hemen önce Küresel Göç Hareketleri’nde olağanüstü köklü değişimler meydana gelmiştir. Teknik yenilikler her türlü haberin ışık hızıyla dünya çapında dolaşımını mümkün kılmakta, bilgi de bir o kadar hızlı ve etkili yayılmaktadır. Uluslararası finans piyasaları giderek daha fazla iç içe geçmektedir. Bu gelişmelere paralel olarak yönetime katılım ve insan hakları talepleri daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Günümüzdeki değişimi bu açıdan iki temel unsur ile karakterize etmek gerekiyor: Küreselleşme ve yerelleşme. Bu potansiyel hem büyüme ve kalkınma üzerinde ve hem de daha önce elde edilen kazanımların yok edilebileceği iktisadi ve politik istikrarsızlıklar üzerinde güçlü bir etki yaratmaktadır. Elde edilen kazanımların yitirilmesi, özellikle, günümüzdeki ücretli çalışmanın veya emeğin tarihsel olmuş esaslarında artık iyice açığa çıkan çözümsüzlük sonucunda gerçekleşebilecektir. Bu noktanın üzerinde özel bir dikkatle durmak gerekmektedir.
İstihdam krizi, bundan mağdur olan insanların birçok arzu ve hayalinin gerçekleşmesini önlemektedir. Ne var ki bu, bir sanayi devletinin toplumsal organizasyonunun bütünlüklü olarak sorgulanmasına pek yol açmamaktadır. Mağdur olan için, işten ve gelirden yoksunluk söz konusu olmakta, o nedenle bir işte çalışsın ya da çalışmasın, herkes için bir “yaşam/asgari geçim parası” hakkı olması gerektiği şeklinde görüşler ifade edilmektedir. Tarihsel gelişimiyle ‘normal’ ücretli çalışma, yeni bir değişim geçirmektedir. Onun yerini giderek daha çok ‘part-time’ çalışma, ‘home-ofice’, belirli süreli çalışma, ödünç iş, ‘outsourcing’ veya onunla birlikte belli bir iş karşılığı sözleşmelerin söz konusu olduğu istihdam biçimleri almaktadır.
Geleneksel ‘normal iş ilişkisi’ çalışmanın bütünüyle spesifik bir organizasyonunu tanımlamakta ve şu ayırt edici özelliklere sahip bulunmaktadır:
• Süreye bağlı olmayan bir iş sözleşmesi,
• Sosyal sigorta zorunluluğu olan ve tam zamanlı istihdamı öngören çalışma süresi modeli,
• Toplu sözleşmeyle normları belirlenmiş bir ücret ve maaş sistemi,
• Belirli yasal yönergelere bağlı olma ve dolayısıyla işçinin işverene tabi olması.
Bu modele dayanılarak geleneksel ücretli çalışmanın hukuksal temelleri de atılmış ve bu hukuki temel üzerinde yargı hüküm vermekte ve değişime rağmen yürütme de ona uymaktadır. Ne var ki, bu model şu sırada sarsıntı geçirmektedir. İş gücü piyasasında halen geçerli olan düzenlemelere aşırı kuralcı bulunarak sert eleştiriler yöneltilmekte, modern işçinin belirli bir prototipinin amaçlandığı esnek çalışma ilişkisi gündeme getirilmektedir. Burada sadece ‘esnek ve hareketli’ değil, aynı zamanda ‘dışa dönük ve öğrenme hırsı’ olan bir işçi tipi amaçlanmaktadır. Ayrıca onun ‘kendini tamamen işine adayarak ve sorumluluk duygusuyla’ davranması istenmektedir. Bu taleplerin yukarıda sözü edilen istihdam biçimleriyle karşılanması acaba mümkün müdür? Bu soruya yanıt verirken işgücü piyasasındaki düzenlemelerin gerisindeki ekonomik nedenlerin dikkate alınması gerekmektedir.
Ekonomik-teknolojik değişimin işletmelerin işgücü ve kalifikasyon (nitelik) gereksinimini değiştirdiği artık açıkça görülmektedir. Personel politikasının görevi, bu değişime, uygun istihdam ve niteliklilik uygulamasıyla karşılık vermektedir. Bu sırada geçerli olan talep profilleri de değişim geçirmekte, ancak ‘kalifikasyon’ kriteri (işle ilgili kişisel ve mesleki özellikler) önceden olduğu gibi bugün de personel politikası için istihdam uygulamasında merkezi önemini korumaktadır. Bu sırada milliyet, ırk, cinsiyet ya da dinsel aidiyet gibi kişisel özellikler esas itibariyle belirleyici olmaktan uzaklaşmışlardır. Kalifikasyon profilleriyle yeni işçi tipine uyan kişiler tam da göçmenler değil midir? Bu insanlar yabancı bir ülkede farklı alışkanlıklarla yaşamaya ve çalışmaya hazır ve yetenekli olduklarından, coğrafi olarak çok hareketli, sosyal ve kültürel açıdan son derece esnektirler.
O halde, böyle bir personel politikasının, ekonominin bakış açısından ‘rasyonel’ gerekçelere dayanan ‘objektif’ istihdam kriterleri ve dolayısıyla fırsat eşitliği bu insanlar için de gerçekten geçerli midir? Bu durumda, örneğin kalkınmış batı ülkelerinin birinin dilini kullanılması becerisi, buna sahip bir göçmenin bir işe yerleştirilmesinde ve becerisi daha az olan bir başka göçmenin ise yerleştirilmemesinde belirleyici olan bir kriter midir? Bu soruya verilecek yanıt evet olursa, o kişinin sahip olduğu sosyal statü de tamamen ‘meşru’ görülecektir.
Öte yandan, bir göçmen, varsaydığı mağduriyetine karşı çıkarken ve bunun suçunu konuk olduğu ülkenin ‘toplumuna’ yüklerken, aslında salt kendine ait ve kendi neden olduğu yetersizliğini işletmeyle ve toplumla ilgili yapılara yansıtmış olmamakta mıdır? Ya da böyle yapmakla o, sadece, içinde bulunduğu durum için bir açıklama arıyor olamaz mı? Bu noktada şu soruları sormak gerekiyor: Acaba burada Bir batı ülkesi vatandaşı olmayan işçiler için daha başka, en azından ilave engeller yok mudur? İşle ilgili daha iyi ya da daha kötü niteliklere sahip oldukları için değil de salt yabancı oldukları için önlerine çıkan bu engeller onları işlerinde ve ilerlemelerinde engellemekte midir? Ve buna rağmen kendilerine bulundukları durumun suçlusunun bizzat kendileri oldukları mı söylenmektedir?
Yabancı işçiler farklı yaşlarda, değişik uluslardan ve farklı pozisyonlarda kadın ve erkeklerden oluşmaktadır; bu farklılıklarına rağmen onları birleştiren unsur, göçmen olarak işletmede ve çevrelerinde yaşananlara bakış açılarıdır. Bu kişiler işletmenin istihdam uygulamalarıyla ilgili yaşadıklarından söz etmekte, rasyonalizasyon ve yapısal dönüşüm önlemlerine karşı nasıl tepki gösterdiklerini ve işletmelerindeki pozisyonlarını nasıl korumak zorunda olduklarını dile getirmektedirler. Bu sırada ayrıca, işletmenin yerli olmayan çalışanlarının durumları açısından ayrımcılığın da önemli bir faktör olduğu kolaylıkla görülmektedir. Bu, açık ya da gizli biçimde olabilmektedir. Bir başka değişle, ayrımcılık, işletmedeki yapılanmayla teşvik ediliyor olabileceği gibi, ulus devletlerin ortaya çıkardıkları kurumsal yapılanmasıyla bizzat üretiliyor ve deyim yerindeyse ‘personel dışı’ gerçekleşiyor olması da mümkündür.
[1] Küreselleşme kavramı günümüzde daha çok “geniş sosyal değişimler yaratan ekonomik” değişimlere dikkat çekmek yanında “dünya çapında ürün, sermaye ve hizmet pazarlarının doğuşuyla ilgili olguları kapsamaktadır.” Bkz. Gümrükçü, H., 2003: “Genel Bakış ve Sorunun Ortaya Konuşu, Gümrükçü, H., (yay.), Küreselleşme ve Türkiye, İstanbul/Hamburg, s. 6. Ayrıca bkz. Gümrükçü H. vd., “Sınırsızlaştırma ile İş Gücü Piyasalarının Ulusallaşması Arasındaki Gerilim İlişkisi İçinde Küreselleşme”, Gümrükçü, H., Uysal, P. Vd. (yay.), Küreselleşme ve Avrupa Birliği. Dünya Göç hareketleri Dizisi – 1, Ankara, 2022, s. 25-60.
[2] Bayar, F., Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye, Ekonomik Sorunlar Dergisi, TC Dışişleri Bakanlığı Internet Sitesi, s. 25.
[3] Gümrükçü, H., 2003: s. 6.