Yüzyıllardır aynı senaryoları yaşayıp, acılarımıza acımakla vakit kaybediyoruz. Bu döngüyü kırmanın yollarını hep birlikte aramalıyız.
Zeki kötüler çoğunluğu hâkimiyeti altına alarak, güç ve kazanç elde etse de, bu kazanç kısa vadelidir.
Evlatlarımız için canımızı dahi verebileceğimizi söyleriz. Ama onlara daha yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için akıllıca hareket etmeyi hedeflemeyiz.
KAZAN KAZAN YÖNTEMİ
Bugün sahip olduğumuz güç, zekâ ve maddi imkânlar yarın torunlarımızın durumu için bir garanti değildir. Güçsüzlerden faydalanarak, güç kazanma fikri, başkasını fakirleştirerek zenginleşme düşüncesi sadece kısa vadeli, küçük bir hesaptır. Bu hesap içinde bir hesaplama hatası vardır. Çünkü en mantıklı yöntem: Sen kazan ki ben kazanayım yöntemidir. Yani kazan-kazan prensibidir.
Bu kazanç, ister bilgi, anlayış, maddi imkân, ister kişisel gelişim olsun, senin kazancın benim neslimin kazancıdır. Sen kazan ki dünya kazansın, insanlık kazansın. Sen kazan ki ben de kazanayım. Zeki kötüler, ne kadar güçlü, ne kadar zengin, ne kadar her şeye hâkim olsa da... Bir gün verdikleri izin, çocuklarının karşısına tehlike olarak çıkabilir. Çünkü çocuklarımız, torunlarımız ve onların torunları bir gün bir haydutla veya bir aptalın eylemleriyle karşılaşabilir. Dünyayı kirletip bundan kazanç sağlamayı düşünürsek kirlenen doğa içinde nefes alamaz, su içemez oluruz.
DÖRDÜNCÜ TEMEL YASA…
Carlo Maria Cipolla’nın dördüncü temel yasası geçerliliğini korur: “Bazen de kendi gayesine ulaşmak amacıyla aptal bir bireyle birlikte olmayı deneyen de olmuştur. Birisi aptalı kullanabileceği hayaline kapılır ve bir noktaya kadar da bunda başarılı olabilir. Ama, aptalın sabit olmayan davranışı, öngörülemez eylem ve tepkileriyle, kısa süre içinde de bu birlikteliğin paramparça olup, gittiği görülür.”
OLANLARLA BAŞA ÇIKMAK
Çoğunluk kişisel çıkarlar için kullanıldığında, onları yönlendirenler için maddi bir kazançta ortaya çıkacaktır. Ama uzun vadede bu çoğunluğu kullanmak kazançtan çok insani değer kaybına neden olur. Bu nedenle birbirimize savaş açmak yerine, toplumdaki aksak yapıyı düzetmek için çaba harcamalıyız.
Neden mi?
Carlo Maria Cipolla: “Eğitim ve toplumsal çevrenin o olasılığıyla hiçbir bağlantısı olmadığının kanıtı dünyanın pek çok üniversitesinde yürütülen bir dizi deney tarafından sağlandı. Bir üniversite nüfusunu dört büyük sınıfa ayırabiliriz: Hademeler, memurlar, öğrenciler, öğretim üyeleri.”Hademelerin her incelenişinde, içlerinden o bölümünün aptal olduğu bulundu, “a” değeri beklenenin çok üstünde olduğu için (Birinci Yasa), ilk başta, geçerli modaların hakkını vererek, bunun hademelerin genellikle geldikleri ailelerin yoksulluğuna ve düşük eğitim düzeylerine bağlı olduğu düşünülür. Ama daha yüksek seviyeleri incelerken aynı oranın memurlar ve öğrenciler arasında da geçerli olduğu görüldü. Daha da şaşırtıcı olanı öğretim görevlileriyle ilgili olarak elde edilen sonuçlardır. İster büyük, ya da küçük bir üniversite, tanınmış ya da tanınmamış bir eğitim kurumu dikkate alınsın, öğretim görevlilerinin “a” bölümünün aptallardan oluştuğu görülür
Elde edilen sonuçlar karşısında öyle bir şaşkınlık yaşandı ki, araştırmaları özellikle seçilmiş, gerçek ve tam anlamında “elit” bir topluluğa, yani Nobel Ödülü kazanmış kişilere kadar yaymaya karar verildi.
Sonuç tabiatın yüce güçlerini doğruladı:
Nobel Ödülü kazananların o bölümü aptallardan oluşuyor.
Bu sonucu kabul etmek ve de hazmetmek kolay değil ama, çok fazla deneysel kanıt bunun temel geçerliliğini ispatlıyor. İkinci Temel Yasa sağlam, sarsılmaz bir yasadır ve istisna kabul etmez.”
ZOR AMA İMKÂNSIZ DEĞİL
Bu fikre göre aptallıkla başa çıkmak oldukça zor görünüyor. Ama hiçbir şey imkânsız değildir.
İyi zekiler, aptallarla zaman geçirmez, haydutlarla (zorbalar, dolandırıcılar, hırsızlar vb.) iş birliği yapmaz, safları yönlendirmeye çalışmaz. Böyle olunca, doğruları insanlara anlatmak amacıyla hareket ettiğinde tek başına kalırlar.
“Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” diye sormuş Nazım Hikmet.
Tek bir yıldız sadece etrafındaki küçük bir alanı aydınlatabilirler. Karanlık geniştir ve yıldızların ışığı, karanlığın tamamını aydınlatmaya yeterli olmayabilir. Zeki iyiler eninde sonunda, iyi bir amaç uğruna ve zeki kötülere yöntemlerinin yanlış olduğunu anlatmak için yüzlerini onlara dönmek zorunda kalacaklardır. Zeki kötüler de, zeki iyilerle iş birliği yapmak zorunda kalacaktır. Çünkü zeki kötüler böyle devam ederse bu dünya gemisini batıracaklar. Gemideki herkes, hepimiz sular altında kalacağız. Bir Nuh’un Gemisi vakası daha.
Evrenin muazzam genişliği, uzayın devasa ölçekleri karşısında zamanın hayatımızdaki gerçek süresini kavramamız oldukça zor. Uzaydaki gök cisimleri açısından zamanın ölçeğine bakacak olursak tüm yaşamımız saniyelere eşdeğer. Bu kısa süre zarfında insanın heybesini kötülüklerle doldurup, sonsuzluk içerisinde omuzlarında bu ağırlıklarla yolculuk etmesi çok anlamsız ve de zor.
Bireylerin ve toplumların daha sürdürülebilir bir geleceğe yönelik olarak, kısa vadeli bireysel kazanç peşinde koşma düşüncesinden uzaklaşmaları gerekmektedir. Etik değerler doğrultusunda adım atarak, toplumun genel yararı ve gelecek nesillere daha yaşanılır bir dünya bırakmayı amaçlamalıyız. Eğer dünyanın mevcut durumundan memnun değilsek; eğitim ve bilinçlendirme programlarını hayata geçirmeli, sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliği yapmalı, karşılıklı yarar sağlayacak inisiyatifleri ön planda tutmalı, çevreye daha az zarar veren sürdürülebilir tüketim ve üretim metotlarını benimsemeli ve sektörler arası ilişkileri mantıklı bir düşünce yapısıyla yeniden organize etmeliyiz. Bireylerin kendi kişisel gelişimlerine sürekli olarak yatırım yapmaları, yaşam boyu öğrenme anlayışını benimsemeleri gerekmektedir. Böylelikle toplumlar daha bilinçli ve duyarlı hale gelecek, insanlar iyi olmayı seçerek bu geçici dünyada kalıcı etkiler bırakacaklardır.
ÜSTÜN İNSAN
Nietzsche, toplumun ortalama değerlerini ve sürü ahlakını reddeden, kendine has bir yol çizen, kendi yaşamının sorumluluğunu üstlenen ve varoluşsal anlamda kendi kendinin yaratıcısı olan kişiyi “üstün insan” olarak betimler.
Tüm çabalarınızın sonunda Friedrich Nietzsche’nin tanımladığı gibi; kendinizi aştığınızı, mevcut ahlaki, kültürel ve sosyal normların ötesine geçerek kendi değerlerinizi yarattığınızı ve bu değerlere uygun bir yaşam sürdürdüğünüzü varsayalım.
Bilgi piramidin zirvesinde olmanın, mizaç piramidinin tepesinde yer almanın, karakterinle ve duruşunla evrensel değerlere göre doğruyu seçmiş olmanın sorunsuz bir yaşam veya mutluluk getireceğini sanmayın. Çünkü zirvede sizi yalnızlık bekliyor. Etrafınız ne kadar kalabalık olsa da, fark etmez. Zirvede sizi suskunluk bekliyor. Zirveden aşağıya bakarsınız. Çevreniz tarafından anlaşılamayacağınızı düşündükçe daha da sessizleşirsiniz. Siz sustukça çevrenizdekiler daha fazla konuşmaya başlar. Hatta sizin uzman olduğunuz konularda bile size akıl vermeye, hırsızlığını unutturduğunuz kişiler ise ahlak dersi vermeye kalkarlar. Yine de kendinizi öyle Nietzsche’nin tanımladığı gibi diğerlerinden üstün falan da görmezsiniz. Ne birinden aşağıdasınızdır ne de yukarıda. Her şeyin ve herkesin kendi yolunda ilerlediğini fark edersiniz. Evrenin kendine özgü düzenini ve teorilerini kabullenirsiniz. Sadece sizin yolunuz diğerlerinden farklıdır o kadar.
Sakinliğin tüm bu olanlara çare olacağını düşünürsünüz ama olamaz. Çünkü zihninizi durduramazsınız. Kendinizi gergin bir yaydan fırlatılmış bir ok gibi hissedersiniz. Sonra sadece elinizde işiniz kalır. İnsanlığa faydalı olabilmek için kendinizi çalışmaya ve işinize verirsiniz. Aileniz ilgisizliğinizden şikâyet eder.
Diğerleri başarılı olduğunuz için sizden nefret eder. Karşılarında onları yansıtan bir ayna gibi durursunuz, aynada kendilerini çıplak görmekten korkarlar. Ve başarısızlıklarını… Yansımalarına bakmaya tahammül edemezler. Aynayı zorbalıkla edindikleri güçleri kullanarak kırmak, yok etmek isterler. Çünkü benzerleriyle birlikte olmayı arzularlar.
Çünkü aynı yolun yolcusu, aynı düşüncelerin kurbanı, aynı ağır yüklerin sahibidirler. Suç ortaklarıdırlar.
Sonunda… Bilge, olgun, yalnız ve faydalı olursunuz. Sonra, o faydalı olmayı amaçladığınız toplum sizi her an harcamaya, bitirmeye, feda etmeye hazırdır.
Başka bir konuya geçmeden önce “Nova Roja - Öyküler” kitabımdan kısa bir masal.
SADECE EN GÜÇLÜLER YÜKSEKTEN UÇAR
Uzak bir diyarda, iki küçük kartal ayrı yerlerde hayata merhaba demiş. O sene çok sarsıcı bir kıtlık olmuş. Bu diyardaki yavrulardan birisinin ailesi, o yıl fazla yavru dünyaya geldiği ve kıtlık olduğu için onu daha fazla besleyemeyeceklerini düşünerek bir karar vermek zorunda kalmış. En güçsüz erkek yavruyu erken bir vakitte yuvadan aşağı atmışlar. Yavru kartal erken yaşta zorlukların içine düşmüş. Uçmayı daha önceden biraz öğrenmiş olan yavru, yuvadan atıldığı günden beri hep yalnız mücadele etmiş. Yalnız mücadele ederken kanatlarını o kadar güçlü tutmak zorunda kalmış ki… Tek amacı, her zaman ve daima hayatta kalmak olmuş.
Aynı diyarda, aynı zamanda dünyaya gelen diğer dişi kartalın ailesi ise o daha yeni uçmayı öğrendiği zamanlarda avlanmaya gitmiş ve bir daha geri dönmemiş. Yalnız yaşamak zorunda kalan, benzer kaderi paylaşan bu iki genç kartal, yiyeceklerini kolay bulamamış ama diğer yırtıcı hayvanlara yem olma tehlikesini de hep atlatmış. Bir kez güçlenip var olmak için gereken güdüye ulaştıklarında, kendi şanslarını kendileri yaratmaya başlamışlar. Sert koşullara dayanıklı hâle gelmişler. Onlar mücadele ederken şanslarıyla birlikte kaderleri de boş durmamış. Hayatta kalabilmeleri için gereken rastlantıları onlar için gerçekleştirmiş.
Büyüdüklerinde sevginin nasıl bir duygu olduğunu unutmuşlar. Kısacık aile yaşamlarındaki eski anıların hayali silinip gitmiş. Tüm olanlara rağmen engin, mavi gökyüzü bağrını açıp onları hep kucaklamış. Dağlarına kar düşmüş bir kışın ardından baharın uyanışı, o ilk tomurcukların patlayışı, çiçeklerle süslenen yeryüzü, gökyüzüne yükselen harmanlanmış taze çiçek kokularıyla büyüleyen doğa, her yeni günü onlar için özel kılmış. Keskin bakışlar eşliğinde çok sert dalışlar yapıp hedeflerini hiç ıskalamamışlar. Gitgide iyi birer usta avcı olmuşlar fakat ikisi de başka bir şeyi bekler gibi eş bulmayı hiç düşünmemiş. Tek bildikleri avlanmak ve özgürlüğün tadını çıkarmakmış. Her gün sevgiyle beslenen, bol yiyecekle büyüyen diğer kartalları gördükçe daha çok çalışmak zorunda olduklarını biliyorlarmış. Bu, sadece hayatta kalma mücadelesi değilmiş; onurun, erdemin, kendilerine katacakları saygının savaşıymış.
Bu iki kartal, çok sıkı çalışmalarla kanatlarını istedikleri seviyede güçlendirebilmiş. Artık çevrelerindeki diğer onları umursamayan kartallardan daha yükseğe uçabiliyorlarmış. Çok hızlı hareket eden, hedefinden şaşmayan avcılarmış. Akıl yürütmek ve bu aklın rehberliğinde vücutlarını çalıştırmak onları güçlü yapan şeylermiş. Kartallar, katıksız içsel yalnızlığı yaşıyorlarmış. Ve hepsinden önemlisi, kendilerini neyin güçlü yaptığını biliyorlarmış.
Günler, diğer günlerin sessizce geçip gitmesini izlerken birbirinden habersiz bu iki kartal, bir gün gökyüzünün en yükseklerinde bir araya gelmiş. Birbirleriyle karşılaştıklarında ise birbirlerini sanki tanıyormuş gibi hissetmişler. O iki kartal, o ulaşılmaz yükseklerde hiçbir ses çıkarmadan engin gökyüzünün derinliklerine doğru sadece kanatlarını çırpmış. Hareketleriyle birbirlerine coşkulu bir selam vermişler; yalnız olmadıklarını anlamanın, bu anlamı bulmanın galibiyetiyle sadece anlayışlı bir selamlaşmaymış bu. Acının getirdiği güçle kazanılmış, uzun süre beklemekten doğan bir hak edişmiş. Bırakılmalar, yok sayılmalar, itilmeler, çekilmeler, cezalar… Bunların tümüne aldırmadan başarıya odaklanmış, zirveye tırmanmış olmanın ödülüymüş. Sonra kendilerince süzülerek en doğal hâlleriyle yükselmiş, alçalmış, birbirlerine yakınlaşmış ve birbirlerinden uzaklaşmışlar. Tek bir ses çıkarmadan hareketleriyle, uçuş tarzlarıyla birbirlerini anlamaya, tanımaya çalışmışlar. Havada coşkuyla savrulma ifadesinin ne anlama geldiğini ikisi de içten içe biliyormuş. Hiçbir sözcüğe gerek duymadan, o kanatlar rüzgârı savururken gözleri birbirine kenetlenmiş, bakışlarını bir müddet birbirinden ayırmamışlar. Bu durumda ne kadar uçtuklarını fark etmemişler. Kısacık bir zaman dilimine yıllarca beklenen bir anı sığdırmak istemişler. Çünkü göklerde birlikte süzüldüklerinde yıllar içindeki tüm bekleyişlerinin, öğrenimlerinin, acılarının, arayışlarının cevabını bulmuşlar. Zamanı bu ana karıştırmaları mümkün değilmiş. Erkek kartal, hiçbir şey belirtmeye gerek duymadan aniden dönmüş, hızla yuvasına gitmeye başlamış. Arkasına dönüp bakma gereği duymamış çünkü diğer dişi kartalın bir süre kendisini takip ettiğini biliyormuş. Onun henüz hazır ve beklediği soruyu o an sormaya cesareti olmadığını anlayan dişi kartal onu takip etmeyi bırakmış. Ayrılma zamanı geldiğinde, yine sessizce ayrılmışlar. Karşılaşmalarına, aniden beliren tuhaf hislerine isim koyma gereği bile duymadan birbirlerine sadece kendi gerçeklerini vermişler. Kader, bir süreliğine de olsa onların beraber olmalarını istemiş. Dillendirilmemiş, yanılsama içermeyen bir gerçek yaşamışlar. Bir daha karşılaşmayı umarak kendi yöntemlerince gökte süzülmeye devam etmişler.