Bir halk düşmanı 1 | “Yetkililerin sınırsız aptallıkları ve bağnaz çoğunluk”

“Bir Halk Düşmanı,” sadece bir oyundu, diyerek tiyatronun kapısından çıkıp gitmeyeceğim. Bir tiyatro oyununun başarısı yalnızca metnin gücüyle değil, aynı zamanda tüm kadronun performansıyla, yönetmenin vizyonuyla da yakından ilişkilidir. Sanatın birbiriyle bağlantı kurarak (metin, oyunculuk, müzik, tasarım ve yönetmenin entelektüel sunumu) yakaladığı mükemmel uyum, seyirciyi zamanın ve mekânın ötesine taşıyabilir. Büyülü bir deneyim yaratabilir. “Bir Halk Düşmanı” adlı tiyatro oyunu, sahne sanatlarının neden bu kadar etkileyici olduğunu bir kez daha hatırlattı bana. Ve verdiği mesajlarla beni -şu an yaşadığımız çağdaki olaylarla benzerliğinden dolayı- daha derin düşünmeye sevk etti.

Evet, oyunun sonlarına doğru Dr. Thomas Stockmann, halka seslendiği o toplantıda “çoğunluğun aptal” olduğunu ima ediyor. O sözcükleri söyleten nedenlere gelmeden önce oyundan bahsetmem gerek.

Oyunun Kadrosu:

 Yazan: Henrik Ibsen, Çeviren: Dilek Başak Carelius, Yöneten: Orhan Alkaya Dramaturg: Sinem Özlek, Müzik: Turgay Erdener, Dekor Tasarımı: Tomris Kuzu, Kostüm Tasarımı: Duygu Can, Koreograf: Özge Midilli, Işık Tasarımı: Murat İşçi, Efekt Tasarımı: Ersin Aşar, Lirik: Orhan Alkaya, Korrepetitör: Burçak Çöllü, Yönetmen Yardımcıları: Yağmur Ulusoy Göktürk, Ertan Kılıç, Elif Verit, Suflör: Zeynep Köylü

Oyuncular: Mert Tanık, Müge Akyamaç, Hazal Uprak, Cem Baza, Gökhan Mete, Tankut Yıldız, Barış Çağatay Çakıroğlu, Rahmi Elhan, Hakan Arlı, Derya Yıldırım

 

1882 yılında Henrik Ibsen tarafından yazılan “Bir Halk Düşmanı”, Dr. Stockmann’nın çevresinde gelişen olayları ele alıyor. Kuzeyde doğduğu kentte doktorluk yapan Thomas Stockmann, oradaki insanlara yardım etmeyi seven, yeri geldiğinde maddi imkânı olmayan hastalara karşılıksız yardım eden, özgür fikirlerini mantık çerçevesinde ve belgeler sunarak insanlara anlatmaya çalışan, arkadaş canlısı, ailesindeki tüm bireylere saygılı, doğruları için tüm kayıplarına rağmen ayakta durmayı başarabilen biridir.

Oyun, Thomas Stockmann’ın kasabanın termal su kaynağının kirli olduğunu ve halkın sağlığını tehdit ettiğini keşfetmesiyle başlar. Thomas Stockmann, belediye başkanı olan kardeşi Peter Stockmann ile ve kasabanın diğer saygın kişileriyle görüş ayrılığına düşer. Bu nedenle tesisin insanlara nasıl zarar verdiğini anlatan bir makale yazar. Halkın sağlığı konusundaki tehlikeleri dile getirmek ister. Fakat daha önce “Halkın Sesi” gazetesine belgeleriyle birlikte verdiği makalesi yayınlanmaz, onun yerine kasaba halkının çıkarlarına ters düşen eylemlerde bulunduğunu iddia eden yazılar bu gazetede yayınlanır. Sonunda gerçeği kasaba halkına iletme kararı alır ve halkı toplantıya çağırır.

Toplantıda gelişen olaylarla birlikte Dr. Thomas Stockmann, halkın ona inanmadığını anlar. Kendisine yapılan tepkilerden sonra kaplıcaların halk sağlığı için ne kadar tehlikeli olduğu konusunda açıklama yapmaktan vazgeçer. Çünkü kasaba halkının çoğu, yöredeki ekonominin bu durumdan nasıl etkileneceğini düşünmeye başlamıştır ve doktoru suçlamaya hazırdır. Doktor evini açtığı gazeteci arkadaşlarının ona nasıl ihanet ettiğini, kaplıca tesisinin ortağı ve başkan olan ağabeyinin ona karşı başlattığı savaşı düşündüğünde başka bir konu hakkında konuşması gerektiğini anlar. Bu konuşmayı detaylı olarak vermem gerekiyor çünkü daha sonra yazacaklarım bu konuşma ile yakın ilişkili.

Dr. Thomas Stockmann: “Bugün zaten bizim o kaplıca tesislerindeki alçaklıklar yığınından söz etmeye niyetim yok. Hayır. Çok başka şeyler işiteceksiniz benden.

Daha birkaç gün önce, evet o zaman -şimdi bu akşam burada olduğu gibi- ağzımı tıkamak istediklerinde, en kutsal insan haklarım uğruna bir kaplan gibi boğuşmaya girerdim! Oysa şimdi benim için hiç fark etmeyebilir. Çünkü şimdi artık daha önemli başka şeyler üstüne konuşmak istiyorum.

Son günlerde, olanlar üstünde çok düşündüm, öyle yoğun düşündüm ki kafam iyice karmakarışık oldu. Ama ardından her şey berraklık kazandı bağlantıları apaçık görmeye başladım. Bu akşam da bu nedenle burada bulunuyorum. Sizlere su şebekemizin zehirlenmiş olması ya da kaplıca havuzunun kokuşmuş bir zemin üstünde bulunması belalardan çok daha başka bir boyuta açıklığa çıkaracağım gerçeklerden söz edeceğim.

Dedim ya, bugünlerde yaptığım büyük buluşlardan söz edeceğim! Tümüyle düşünsel ve manevi hayatımızın kaynaklarıdır zehirlenmiş olan ve tümüyle burjuva toplumumuz, yalanın kokmuş zemine dayanmaktadır. Buluşum bu işte.

Bıkmadan, yorulmadan ateşli bir uğraşla kendi memleketim olan kent için ve toplumun refahı için çalışıp çabalamak istiyordum. Böylece, gözümü mutluluk bürümüş olarak koşturup durdum. Ve ancak dün öğleden sonra, ya da evvelsi gün akşam bile diyebilirim, işte ancak o zaman gözlerim açılmaya başladı ilk gördüğüm şey bizim yetkililerin sınırsız aptallıkları oldu. Yüksek yöneticilerimizin temelde nasıl dipsiz bir rezalet tezgâhladıklarının farkına vardım. Yönetici konumlardaki böyle yüksek yetkili beylerle oldum olası aram iyi değildir. Bugüne kadarki hayatımda böyleleriyle yeterince karşı karşıya gelmişliğim vardır.

Bunlar, orman koruma bölgesine dalmış uğursuz keçiler gibidirler; girdikleri yeri kuruturlar. Ve özgür bir insanın adım başı yolunu keserler. Aslında en iyisi, haşerat gibi veya başka çeşit zararlı hayvanat gibi bunların kökünü kurutmaktır, temizlemektir bunları…

Ağabeyim Peter! Aklı, kavrayışı kıt ve ön yargıları bol…

Bizleri yöneten beylerle daha fazla uğraşacak değilim. Tüm bu kalıntılar, tüm bu bir ayağı çukurda moruklar, bir çağın tarihe gömülüşünün tüm son örnekleri, kendi mezarlarını kendileri kazmaktadırlar. Kaldı ki, toplumumuz için en büyük tehlikeyi de bunlar teşkil etmiyor.

Gerçeğin ve özgürlüğün en büyük düşmanı, şu “sıkı çoğunluk” denen nesnedir. Evet, çoğunluk iktidardadır, yazık ki ama haklı değildir. Benim özgürlüğümü gasp eden ve gerçeği açıklamamı önleyen işte bu bağnaz çoğunluktur.

Aramızda bulunan, geleceğin yeni düşünceleriyle dolu az sayıdaki kişileri düşünüyorum. Yeni ve taze olan hakikatler uğruna savaşmaktadırlar.

Yalan içinde yaşayanların tümünün, haşarat gibi kökü kazınmalı! Yoksa tüm ülkeyi çürütüp kokutursunuz siz; tüm bir ülke değerindeki şeyi batırırsınız siz.

Lanet olası kemikleşmiş liberal çoğunluk. Çoğunluk hiçbir zaman haklı değildir. Bir toplumda çoğunluğu kimler oluşturur? Aptallar mı, akıllılar mı? Sanırım dünya üzerinde aptalların ezici bir üstünlüğe sahip olduğu konusunda ne yazık ki hem fikiriz. Ancak aptalların dünya üzerinde egemenlik kurmaları, asla asla doğru değildir. Güç sizde, çoğunlukta ama haklılık sizde değil haklılık ben de ve benim gibi düşünen üç ya da beş kişide.

Ve aramızdaki mesafe korkunç, korkunç! Hak her zaman her zaman azınlıktan yanadır. Gerçeklik eskidiği zaman artık yalana dönmüş demektir beyler.”

Bu sözlerden sonra dinleyiciler, “Evet, evet halk düşmanı bu,” diye doktoru suçlar. Arkadaşı ve Halkın Sesi Gazetesi’ndeki yazı işleri müdürü Hovstad’ta çoğunluğu onaylar. Dr. Stockmann, mücadelesinde yalnız bırakılır. Oyunun ilerleyen bölümlerinde, Dr. Stockmann’ın ailesi tehdit edilir. Kasabanın ileri gelenleri Dr. Stockmann’a karşı kışkırtıcı bir kampanya başlatır. Zor zamanlarında bile gerçekleri savunmaktan vazgeçmeyen Dr. Stockmann, kararlılıkla mücadelesini sürdürür.

“Bir Halk Düşmanı” insanların sağlığını tehdit eden kirlilik gibi önemli bir sorunun nasıl çıkarlar uğruna göz ardı edilebileceğini ve bu umursamazlığa karşı bireyin toplumla mücadelesini vurgulayan güçlü bir karşıtlık oyunudur. Bu oyun, bireyin vicdanının sesine kulak vererek kişisel sorumluluk alması gerektiğinin aynı zamanda haksızlık karşısında gösterilen hak mücadelesinin önemini vurgular.

Oyunun yazıldığı tarihten bu yana toplumsal sorunlar ile ilgili herhangi bir değişiklik olmamıştır.

Peki, bu anlayışsızlık döngüsü neden devam etmektedir. Azınlık çoğunluktan nasıl ayrışıyor? Aptallık sadece eğitimsizliğe veya cahilliğe denk değilse, eğitimli ve kültürlü kişiler de aptal olabiliyorsa o zaman aptallığı yaratan nedenler nelerdir? Tüm acılara, savaşlara, kayıplara rağmen hâlâ ısrarla insanları aynı hataları tekrarlamaya iten, döngünün kırılmasına engel olan sebepler nelerdir?

Bu soruların cevabını bulmak için önce aptallığın ve anlayışsızlığın tanımına bakmak gerek. Ayrıca aptallık kavramının, kişilerin toplu olarak sürüklendiği düşünce durumu için yeterli bir tanım olduğunu da düşünmüyorum. Bu soruna daha çok “anlayışsızlığın hareketi” demek daha doğru olur. Diğer devam yazılarımda bilgi piramidine göre azınlığı ve çoğunluğu oluşturan katmanları inceleyeceğim.

APTALLIĞIN YIKICILIĞI

Dietrich Bonhoeffer, 4 Şubat 1906’da Almanya’nın Breslau şehrinde doğmuştur. Dietrich Bonhoeffer, dönemine damgasını vurmuş etkili bir teologdur. Nazi rejimine karşı çıkmış ve yönetime başından beri etkili bir şekilde direniş göstermiştir. Ahlaki sorumluluk ve insan davranışları üzerine çalışmıştır. Nazizm yükselirken, Bonhoeffer halkın nasıl bu kadar sağduyusuz hareket ettiğine anlam verememiştir. Hitler’in fanatik taraftarları ve Nazi ideolojisine bağlılık gösterenler için aptallık terimini kullanmıştır. Ona göre, “aptal” olanlar, kötülüğün etrafındaki gerçekleri görmemeyi seçen ve ahlaki sorumluluklarını yerine getirmeyen kişilerdi.

Nazi rejimine muhalefet ettiği için hapse atılmıştır. Hapis yattığı süreçte aptallıkla ilgili araştırmalar yapmış, inançla mücadelesine devam etmiştir. Ülkesindeki çoğunluğun hipnotize olmuş gibi nasıl düzenbaz olduğunu, yalan söyleyenleri sorgulamadan yalanlara nasıl inandıklarını, birbirlerinin hayatına kastedecek kadar nasıl zalimleştiklerini kavramaya çalışmıştır. Tüm düşüncelerinden sonra toplum içindeki eğitimsiz ve eğitimli kesim olarak tanımlanan çoğunluğun yanlış kararlar alma eğilimi altındaki davranışlarının kökenin kötülük değil içlerine işlemiş aptallık durumu olduğuna karar vermiştir.

(*)Dietrich Bonhoeffer’in hapishaneden yazdığı mektup:

“Aptallık, kötülükten daha tehlikeli bir düşmandır. Kötülüğe karşı çıkılabilir; ortaya çıkarılabilir ve gerekirse güç kullanılarak önlenebilir. Kötülük her zaman kendi kendini alt eden bir tohum taşır çünkü insanlarda en azından bir rahatsızlık duygusu bırakır.

Aptallığa karşı ise savunmasızız.

Ne protestolar ne de güç kullanımı burada işe yaramaz. Sebepler sağır kulaklara düşer; kişinin önyargısıyla çelişen gerçeklere kesinlikle inanılmasına gerek yoktur - böyle anlarda aptal kişi eleştirel bile olabilir- ve gerçekler çürütülemez olduğunda onlar önemsiz, tesadüfi olarak kenara itilir. Bütün bunlarda aptal kişi, kötü niyetli olana kıyasla, tamamen kendinden memnundur ve kolayca sinirlenir, saldırıya geçerek tehlikeli hâle gelir. Bu nedenle, kötü niyetli olana göre aptallığa karşı daha fazla dikkatli olunması gerekir. Bir daha asla aptal kişiyi gerekçelerle ikna etmeye çalışmayacağız çünkü bu anlamsız ve tehlikelidir.

Eğer aptallığı nasıl yeneceğimizi bilmek istiyorsak, onun doğasını anlamaya çalışmalıyız. Şurası kesindir ki, bu aslında özünde bir zekâ kusuru değil, bir insan kusurudur. Çevik zekâya sahip olup da aptal olan insanlar vardır ve zekâ olarak oldukça durgun olmasına rağmen aptal olmayanlar vardır. Belirli durumlarda bunu şaşırtıcı bir şekilde keşfederiz. Edinilen izlenim, aptallığın doğuştan gelen bir kusur olduğu değil, belirli koşullar altında insanların aptallaştırıldığı veya bunun kendilerine olmasına izin verdikleridir. Ayrıca, kendilerini başkalarından soyutlamış veya yalnız yaşayan insanların, bu kusuru, sosyalleşmeye eğilimli veya mahkûm olan bireylere veya insan gruplarına göre daha az sıklıkla yaşadığını görüyoruz. Ve öyle görünüyor ki aptallık belki de psikolojik olmaktan ziyade sosyolojik bir sorundur.

Daha yakından bakıldığında, kamusal alandaki her güçlü yükselişinin ister siyasi ister dini nitelikte olsun, insanlığın büyük bir kısmına aptallık enfekte ettiği görülüyor. Bu, neredeyse bir sosyolojik-psikolojik yasa gibi görünüyor. Birinin gücü diğerinin aptallığına ihtiyaç duyar. Burada iş başında olan süreç, örneğin zekâ gibi belirli insan kapasitelerinin aniden körelmesi veya başarısız olması değildir. Bunun yerine, yükselen gücün ezici etkisi altında, insanlar kendi iç bağımsızlıklarından mahrum bırakılıyor ve daha çok veya az bilinçli bir şekilde, ortaya çıkan koşullara karşı otonom bir pozisyon kurmayı bırakıyor gibi görünüyor.

Aptal kişinin çoğu zaman inatçı olması, onun bağımsız olmadığı gerçeğini görmemizi engellememelidir. Onunla yapılan bir konuşmada, karşımızda bir insan değil, ona hükmeden sloganlar, klişeler ve benzerleriyle karşılaştığımızı hissederiz neredeyse. O, bir büyünün etkisi altında körleşmiş, kötüye kullanılmış ve varlığı tacize uğramıştır. Böylece akılsız bir alet hâline gelen aptal kişi, her türlü kötülüğe de muktedir olur ve aynı zamanda bunun kötülük olduğunu göremeyecek kadar da acizdir. Şeytani suiistimal tehlikesinin gizlendiği yer burasıdır. Çünkü bu, insanları bir kere ve her zaman için yok edebilir.

Fakat tam da bu noktada, aptallığın üstesinden bir talimat değil, yalnızca bir özgürleştirme eyleminin gelebileceği açıkça ortaya çıkıyor. Burada, çoğu durumda gerçek bir iç kurtuluşun ancak dış kurtuluştan önce gelmesi gerçeğini kabul etmemiz gerekir. O zamana kadar aptal kişiyi ikna etmeye yönelik tüm girişimlerden vazgeçmeliyiz. Bu durum, bu gibi durumlarda ‘halkın’ gerçekte ne düşündüğünü bilme çabalarımızın neden boşuna olduğunu ve bu koşullar altında bu sorunun, sorumlu bir şekilde düşünen ve hareket eden kişi için neden bu kadar önemsiz olduğunu açıklıyor. Kutsal Kitap da Tanrı korkusunun bilgeliğin başlangıcı olduğu sözü, insanın Tanrı’nın önünde sorumlu bir yaşam sürmek için içsel özgürleşmesinin aptallığın üstesinden gelmenin tek gerçek yolu olduğunu beyan eder.

Fakat aptallıkla ilgili bu düşünceler aynı zamanda, bizi çoğu insanı her koşulda aptal olarak değerlendirmekten kesinlikle alıkoyar. Çünkü bu gerçekten iktidardakilerin, insanların içsel bağımsızlıklarından ve bilgeliklerinden daha çok ahmaklıklarını beklemelerine bağlı olacaktır.”

(*) https://southsidemessenger.com/bonhoeffer-on-stupidity-entire-quote/